21 Ağustos 2007 Salı

Dil Hânesi

Dil hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullah ile
İklîm-i ten ma'mûr olur
Mi'mâr-ı zikrullah ile
Her müşkil iş âsân olur
Derd-i dile dermân olur
Cânun içinde cân olur
Esrâr-ı zikrullah ile
Gamgîn gönüller şâd olur
Dem-besteler âzâd olur
Güm-geşteler irşâd olur
Âsâr-ı zikrullah ile
Zikr eyle Hakk'ı her nefes
Allah bes bâkî heves
Bes gayrıdan ümmîdi kes
Tekrâr-ı zikrullah ile
Gör ehl-i hâlün fırkasın
Çâk itdi ceyb-i hırkasın
Devr eyle zikrün halkasın
Pergâr-ı zikrullah ile
Terk it cihân ârâyişin
Nefsün gider âlâyişin
Bu cân u dil âsâyişin
Efkâr-ı zikrullah ile
Bahtî sana ikrâr ider
Tevhîdini tekrâr ider
İhlâsını iş'âr ider
Eş'âr-ı zikrullah ileBahtî
(Sultan Ahmed)

TEFVİZNAME

Dilden gami dûr eyle
Rabbınla huzûr eyle
Tefvîz-i umûr eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzl eyler

Sen adli zulüm sanma
Teslim ol oda yanma
Sabret sakın usanma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Deme şu, niçin şöyle
Yerincedir o, öyle
Bak sonuna sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Hiç kimseye hor bakma
İncitme gönül yıkma
Sen efsine yan çıkma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Mümin işi renk olmaz
åkıl huyu, cenk olmaz
årif dili tenk olmaz
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Hoş sabr-ı cemilimdir
Takdir, kefilimdir
Allah ki vekilimdir
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Her dilde ânın adı
Her canda ânın yâdı
Her kuladır imdâdı
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Dermân eder ol derde
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Her kuluna her anda
Geh kahr-u geh ihsanda
Her anda o bir şanda
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Geh mu'ti-u geh mâni
Geh dar-u gehi nafi
Geh hâfız-u geh râfi
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Geh abdin eder ârif
Geh eymen-u geh
hâifher kalbi odur sârif
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Geh kalbini boş eyler
Geh hulkunu hoş eyler
Geh aşka duş eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Geh sade ve geh rengin
Geh tabın eder sengin
Geh hürrem-u geh gamgin
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Az ye az uyu az iç
en mezbelesinden geç
Dil gülşenine gel göç
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Bu nas ile yorulma
Nefsine dahi kalma
Kalbinden irağ olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Geçmişle geri kalma
Müstakbele hem dülma
Hal ile dahi olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri
Aşkın Sen bana bıraktığında bir çekirdekti,
Şimdi meyveye durdu,
hem kök saldı her yanıma.
Besleyip büyüttüğüm rahmet-i âlem Nurlarla,
Az kaldı kainatı saracak koca çınar olmaya.
Derdimdi sevgilim olman, uğruna öleceğim,
Cihânı sarsacak kadar, aşkıyla âh u enîn edeceğim,Ah Yâr..
uğruna binlerce canla fedâ olunacak Sevgilim,Nihayet..
sevgilin olmak için ben de artık bir divâneyim.
Seni sevmek aldığım nefesten daha leziz Yâr,
Sana hasret fâniye vuslattan daha sevimli.
Hasretin fânî vuslatlara bedel ise Yâr,
Hasretsiz geçirdiğim dakikalar kadar affını dilemeli.
Yak beni Yâr.. yanmaksa beni sana kavuşturacak,
Sevdanla yanıp kül olup huzuruna geleyim.
Bildiğim tek şey acziyetim ve Seni sevdiğim...
Kabul et, ben başı önde mahcup bir mücrimeyim
Kalbime Yâr ettiğim, yüreğime dost bildiğimOn sekiz bin âlemi hâvî aşkıma sen sezâsın, sevdiğim.
Kabule mazhariyet için âlem kadar aşkla sadece
Seni seveyimKabule mazhariyet için âlemle beraber sadece Sana secde edeyim..
Nur SİRAÇ

Beyaz-Siyah

Varlık aleminde ister iç, isterse dış alemimizde zıtların birlikte tezahürünü görüyoruz. Bu tespitten yola çıkan eskiler “Her şey zıttı ile kaim”dir diyerek bu hakikati kısaca özetlemişlerdir. Sağlığın varlığını hastalık ile hissederiz. Varlığı yokluk ile idrak ederiz, geceyi gündüz ile fark ederiz. Soğuk olduğunda sıcağı ararız vesaire...

Kâinatta zıtların oluşturduğu eşsiz bir uyum vardır. Örneğin; su, yanıcı ve yakıcı iki maddenin birleşiminden yani oksijen ve hidrojenden oluşmuş, hayata kaynak olan mükemmel bir maddedir. İnsanda da zıtların kusursuz ahengini görebilirsiniz. Ruh ve beden etrafında kümelenen özelliklerimiz hep birbirini tamamlar niteliktedir. Sevgi-nefret, istek-isteksizlik, kalp-nefis vb. duyguların oluşturduğu med-cezirler arasında gider gelir insan.

Kadim Yunan felsefesinde, eski Fars dinlerinde ve uzak doğu kökenli felsefelerde de iyiyle kötünün bir arada olacağını aksi takdirde dengenin gerçekleşmeyeceğini savunulur.

Yaşadığımız aleme zıtlar alemi desek yanlış olmaz, bir hakikat ifade edilmiş olur. İnsan hayatında hep tercihlerle karşı karşıyadır. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış. Sürekli birini tercih durumundadır. Hayatın dengesi böyle kurulmuştur. Bu dünyada rahat yaşamak, iç huzur, bunu kabullenmekle başlar.

Çoğu kez bu zıtlıkların sel gibi akışı içerisinde boğulup gidiyoruz. Hayatı ya bembeyaz ya da simsiyah görüyoruz. Oysa hayatın rengi ne beyaz ne de siyahdır, hayatın rengi, beyaz ve siyahın karışımından oluşan gri de değildir. Aslında hayat beyaz ve siyahın başını çektiği iki kutuplu bir sistemin oluşturduğu bir renk cünbüşüdür.

Renklerin kaynağı olarak bilinen güneşin ışığının hangi renk olduğunu şimdiye kadar hiç düşündünüz mü? Güneşin ışıkları bütün renklerin karışımı olan beyazdır. Dünyamızın ısı ve ışık kısacası hayat kaynağı olan güneş feza denen aslında atomdan daha ince daha küçük bir madde ile dolu olan karanlık yani siyah bir denizde faaliyet göstermektedir. Güneşi bu kadar etkili ve parlak kılan fezanın maddesi ve aldığı siyah renktir. Kısacası kainatın asıl unsurları olan yıldızlar beyaz, bu sefinelerin gezdiği feza denizi ise siyah rengi ile zıtlıklar aleminin en bariz unsurlarıdır.

Tabi renk kuramcılarına göre beyaz ve siyah aslında birer renk değillerdir. Işıkları yansıtan, hiçbir ışık hüzmesini içine almayan kitle beyaz, tüm ışınları içine alan ve hiçbirini yansıtmayan kitle ise siyahtır.

beyazvesiyah.net sitesinden alıntıdır.

Haram Yiyen Harami Olur

Tarihçi Aşık Paşazade anlatıyor:
Sultan II. Murad’a artan savaş masraflarını karşılamak üzere, acil para lazım olmuş. Çandarlı Halil Paşa’ya huzuruna çağırtmış. Varlıklı büyük bir aileden gelen Çandarlı2nın elinde büyükçe bir meblağ olduğunu biliyormuş. Borç istemiş:

“Sefer masarifati için akçe gerektür, vadesi geldükte iade etmek şartıyla bir miktar akçe viresun” (Savaş para lazım, belirli bir vade ile senden ödünç para istiyorum)

Çandarlı Halil Paşa:
“Tedarük içün biraz mühlet lazım, kangi miktar virebileceksem bugün, yarın arz iderum.” (Parayı toparlamak için biraz zaman lazım, toparlar toparlamaz gelir, verebileceğim kadarını veririm.)
Fazlullah Paşa, padişahın borç istediği haberini nasılsa duymuş. Duyar duymaz da huzuruna koşmuş:
“Kul kısmından borç alınmaz! Diye adeta çıkışmış padişaha, “”Şevketlü Hünkarım, padişahlar borç almazlar.”
“Lazım oldukça başkaca çare kalur mi ki, vezirum?”
“Padişahlara hazine gerektür Hünkarım! Müsaade buyrulursa size hazine toplayalım.”
Sultan II.Murad sakin sakin sormuş:
“ Nasıl toplayacaksun ey benum vezirum?”
Fazlullah Paşa cevap vermiş:
“Ahali sayenüzde zengincedur, malları-mülkleri çokçadur. Bir yolunu bulup ellerunden almak münasiptur. Böylece hazine tedariki yapmış oluruz. Leşker gazadan geru kalmaz.”
Sultan II.Murad öfkeyle yerinden fırlamış:
“Bre Fazlullah!” diye gürlemiş, “Bu nasıl söz söylemektur? Bilmez misun kim bizum mülkümüzde üç helal lokma var: bunlardan birincisi madenlerumuzdur, ikincisi vergilerdur, üçüncüsü harp ganimetleridir. Bizum leşkerumuz gaziler leşkirudur kim kursaklarına haram lokma girmez. Şol padişah kim leşkerine haram lokma yedirur o leşker harami olur. Haraminin sebati yoktur. Bir küçük zorluk gördükte firara kadem basar. Biz leşkerumuze haram lokma yedurmezuz. Söylediklerun duymaz olam.”

Yavuz Bahadıroğlu’nun Biz Osmanlılıyız eserinden alıntıdır.

Kıble Yürekliler

Galiba 1968 yılıydı. Köyde bir ev yapıyorduk. Rahmetli babam “ille de kıble”, diye tutturmuştu, “evin cephesi mutlaka kıbleye bakmalı...”
Halbuki arsa, cepheyi o şekilde döndürmemize fazla izin vermiyordu.
Bunu rahmetli babama anlattıktan sonra “Maksat yüreğimiz kıbleye dönük olsun, cephenin kıbleye dönük olup olmaması o kadar da önemli değil” dedim.
Sert sert, ters ters yüzüme baktı ve ne cevap verdi biliyor musunuz?
“Cephesi kıbleye dönük olmayanın yüreği kıbleye dönemez! Bu yüzden önce evi kıbleye döndürmek lazım.”
Büyüyüp Osmanlı insanını tanımaya merak sarınca, rahmetli babamın tam bir “Osmanlı” gibi düşündüğünü anladım ve ruhundan özür diledim.


Bilmiyorum ama, Osmanlı insanının çoğunun “kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi.
Her osmanlı evinin cephesi mutlaka kıbleye dönük olurdu. Yabancı konuklar namaz öncesi kıble arama, sorma zahmetine katlanmadan evin geniş cephesine dner, “Durdum kıbleye, Allahü Ekber” diye tekbir alırlardı.
Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi.

Yavuz Bahadıroğlu’nun Biz Osmanlılıyız eserinden alıntıdır.
ölüm son değil
ÖlÜmÖlÜm Zor Zamanin İlk Haberİ.
İlİŞİk Kesme Ani.
DÖnÜŞÜ Olmayan EŞİk.
Fanİlİkten EbedİlİĞe GÖÇÜŞ.
GerÇek Bİ AyriliŞ Zamandan Ve Mekandan.
ÖdÜnÇ Alinan Nİmetİn Sahİbİne Teslİmİ.

Ya Hayat?
Hayat İkİ Nokta Arasinda Bİr Çİzgİ.
Sİlİp De BaŞtan ÇİzemeĞİmİz,
Tİtrek, Kesİksİz, Kisacik Bİr Çİzgİ.
Devran İÇİnde Anlik Bİr GÖz Kirpmasi Gİbİ.
Bİr KoŞumluk Yol Ya Da Bİr Atimlik Mesafe Gİbİ.
UĞrayip GeÇen Kervanlar, GÖktekİ Bulut,
Ya Da Suya Birakilan İz Gİbİ.
Zamandan DamitilmiŞ Tadİmlik Bİr Yudum Mey Gİbİ.
El EmeĞİ GÖz Nuru İnce Bİr NakiŞ Gİbİ.
YedeĞİ Olmayan Sermaye İle Yapilan Tİcaret Gİbİ.

Ya Hayat Ve ÖlÜm?
Atilan TaŞin DÜŞmesİ,Gelmek Ve Gİtmek,
Veya Geceden Sabaha Çikmak Gİbİ.
Sİlkİnİp De MahmurluĞu Atmak Gİbİ.
GerÇeĞİ Hayalde Ararken, Hayalden GerÇeĞe Uyanmak Gİbİ...

Ahmet Denİz
ŞİİR DESTAN TÜRK EDEBİYATINDA DESTAN AĞIT MESNEVİ ELEJİNESİR (Düz yazı) ROMAN TÜRLERİ TÜRK EDEBİYATINDA ROMAN ÖYKÜTÜRK EDEBİYATINDA ÖYKÜ MASAL TİYATRO BİYOGRAFİ MİZAH
Tanım:
Okuyanlara estetik (sanatsal) bir doyum sağlamak amacıyla yazılmış, ya da böyle bir amacı olmasa bile biçimsel ve içeriksel özellikleriyle bu düzeye ulaşabilen bütün yazılı eserlere edebiyat denir. Edebiyat bir anlatım biçimidir. Düşünce ve duyguları güzel ve etkili bir biçimde anlatma sanatı olarak da tanımlanabilir. Herhangi bir metnin edebiyat eseri sayılabilmesi için sanatsal değerler taşıması gerekir. Türler
Edebiyat türlerini önce ikiye ayırmak mümkün. Birincisi nazım, ikincisi nesir. Nazım belli bir ölçü ve kalıp esas alınarak üretilmiş edebi ürünlerdir. Ya da kısaca bütün şiir ve şiirler metinlerdir. Hece vezni gibi belli bir kalıp ve ölçü kaygısı güdülerek yazılır. Nesir ise serbest, ölçüsüz düz yazıdır. Nazım genel oarak bütün şiir türlerini kapsar. Nesir ise edebiyatın şiir dışındaki tüm biçimlerini. Roman, öykü, tiyatro, deneme gibi. ŞİİR
Dilin anlam, ses ve ritim ögelerini belli düzen içinde kullanarak bir olayı, ya da bir duygusal ve düşünsel deneyimi yoğunlaşmış ve sıradanlıktan uzaklaşmış bir biçimde ifade etme sanatıdır. Lirik şiir
Edebi türlerin en sanatsal, en katışıksız, en yoğun olanı lirik şiirdir. Estetik haz vermenin dışında hiçbir amaç taşımaz. Lirik şiiri destan, eleji, ağıt, mesnevi, dramatik şiir ve felsefi şiir izler. Destan
Kahramanlarının olağanüstü eylemlerini coşkulu, törensel bir üslupla anlatan ve genellikle birkaç bölümden oluşan manzum yapıtlardır. Bilinen en eski edebiyat türlerinden biridir. Yunanca "espos" sözcüğünden gelmektedir. Mitoloji, efsane, folklor ve tarihi öğeler içerir. Destanlar ve destansı öyküler ilkçağlardan beri dünyanın her yerinde gelenekleri sonraki kuşaklara aktarmak için kollektif olarak yaratılmış edebi biçimlerdir.
Destanların ortak özellikleri: Hepsinde yarı tanrısal nitelikler taşıyan bir ya da birçok kahramandan söz edilir. Destan bu kahramanın eylemleri üzerine kurulmuştur. Olaylar çok geniş bir kozmik coğrafya üzerinde geçer. Bir destanın dünyası ortaya çıktığı zaman içinde düşünebilecek her şeyi barındıran bütünsel, çok yönlü bir dünyadır. Hemen bütün destanlarda uzun yolculuklar anlatılır. Çoğu destanda olaylara doğaüstü yaratıklar da katılır. Kişiler, olaylar, doğal varlıklar hep gerçek yaşamdaki boyutlarından daha büyük, daha zengindir. Özellikle sözlü destanlarda uzun anlatı, betimleme (tanımlama) ve konuşma bölümleri bulunur. Öykü içinde öyküye yer verilir.Törensel söyleyişler ve kamusal duyarlılık hakimdir. Destanlar temel olarak iki gruba ayrılır. Sözlü destanlar
Yazının henüz bulunmadığı ve yaygınlaşmadığı bir kültürde doğan ve kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarıldıktan sonra yazıya geçirilen destanlardır. Ozan ve şarkıcıların değişik zamanlarda söylediği şarkı ve şiirlerin bütünleşmesi ve işlenmesiyle oluşturulurlar. Örnekler:
Gılgameş: MÖ 3000 yıllarında Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Bilinen en eski destandır. Babil ve Akad toplumlarınca da benimsenmiştir. Ama bugüne kalan en eksiksiz biçimi Sümer toplumunda ortaya çıkmıştır. Zalim Uruk kralı Gılgameş’in ölümsüzlük arayışını anlatır. Gılgameş ve arkadaşı Enkidu ile birlikte uzun arayışlardan sonra ölümsüzlük otunu bulur, ama bir yılana kaptırır.
Ilyada ve Odysseia: MÖ 11-12’nci yüzyıllarda geçtiği sanılmaktadır. Homeros destanları olarak bilinirler. Yunan Yarımadası’ndaki Akhalar’ın, Anadolu’daki İon krallıklarına saldırısı ve Akha kral ve prenslerinin daha sonraki serüvenleri anlatılır. Özellikle Odysseia, Yunan Tragedyası ve Batı edebiyatının önemli bir kaynağıdır.
Diğerleri: Eski İngilizce halk destanı Beowulf, Eski Almanca Heldenlieder (kahramanlık türküleri), Almanca Nibelungenlied , Kudrunlied, Fransa'da Chanson de Geste (kahramanlık şarkısı), Chanson de Roland (Frank kralı Charlemagne’ın savaşlarını anlatır), İspanya’da El Cantar de Mio Cid, Hindistan'da Mahabharata, Ramayana, Japonya’da Heike Monogatari. Edebi destanlar
Belirli bir yazar tarafından eski örneklere uygun olarak ve okunmak üzere kaleme alınmış destanlardır. Örnekler:
Vergilius’un Aeneis’i: MÖ 29-19’uncu yüzyılları kapsar. Troyalı Aeneias’in uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Latin ülkesine gelerek Lavinium kentini kurması anlatılır. Lavinium sonradan Alba Langa ve Roma kentlerinin yerine kurulan ilk kenttir.
Milton’un Paradise Lost’u: İnsanın cennetten kovuluşu ve tanrının şeytanla mücadelesini anlatır.
Dante’nin La Divina Commedia’sı (İlahi Komedya) MS 1310-1321, Ariosto’nun Orlando Furioso’su (Çılgın Orlando) 1532, Camoes’in Os Lusidas’ı 1572.
Türk edebiyatında destan
Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk boyları arasında zengin bir destan geleneği vardır. Bilinen Türk destanları arasında en eskisi Yaratılış Destanı’dır. Altay Türkleri arasında söylenmektedir. V. Radlov tarafından saptanıp yazıya geçirilmiştir. Saka Destanı, İskit Türkleri’ne aittir. Bu destan zinciri içinde Alp Er Tunga ve Şu parçaları bulunur. Bunlar Kaşgarlı Mahmud’u Divanü Lugati-t-Türk adlı eserinde yer almıştır. Oğuz Kağan Destanı 14’üncü yüzyılda derlenmiş özet nitelikte bir metindir. Oğuz Kağan’ın doğumu ve üstün nitelikleri, askeri başarıları ve ülkeyi oğulları arasında pay edişi anlatılır. Oğuz Türkleri’nden günümüze gelen tek destan metni ise Dede Korkut Kitabı’dır. Bayındır Han soyundan geldikleri sanılan Akkoyunlular’ın egemen olduğu Kuzeydoğu Anadolu’daki olaylar ve Müslüman Oğuzlar’ın yaşamı anlatılır. Göktürk Destanları çeşitli parçalardan oluşmuştur. Bozkurt parçasında Göktürkler’in bir boz kurdun soyundan geldikleri, Ergenekon parçasında ise Ergenkon’a sığınmaları, çoğalıp buraya sığmayınca dağı eriterek dış dünyaya çıkmaları anlatılır. Köroğlu parçasında, göçebe Oğuzlar’ın Horasan ve Hazar’da İranlılarla savaşlarından sözedilir. Manas Destanı’nda Kırgız Türkleri'nin putperest Kalmuk ve Çinliler’le savaşları vardır. Cengiz Han Destanı, Moğol istilasından sonra Kıpçak bozkırlarında ve eski Uygurların yaşadığı bölgelerdeki olayları anlatır. Timur Destanı, Timur’un savaşları ve kişiliğine yer verir. Danişmend Gazi Destanı’nda Türklerin Anadolu’yu ele geçirmeleri anlatılır. Battal Gazi Destanı’nda da Anadolu’daki Türk-Bizans savaşları yer alır. AĞIT
Genellikle bir ölünün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türküsü. Ağıtlar, başından acı bir olay geçen ya da ölen kişinin iyiliklerinden, yiğitçe davranışlarından ve yaşamındaki önemli olaylardan söz eder. Belli geleneksel hareketler eşliğinde kendine özgü ölçü ve uyaklarla söylenir. Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir. Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçe’de 7, 8 ve 10 heceli ağıtlar yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar söyler. Gösteri bölümüyle tiyatro, söyleniş biçimiyle şiirseldir. Ağıtlar türkü ve destanla yakın ilişki içindedir. MESNEVİ
Özellikle Arap, Fars ve Osmanlı edebiyatında kendi aralarında uyaklı beyitlerden oluşan ve aruz ölçüsüyle yazılan şiir biçimidir. Arapça’da "müzdevice" denilen mesnevi türü ilk olarak 10’uncu yüzyılda İran edebiyatında ortaya çıkmıştır. Türk edebiyatına girişi 11’inci yüzyılda Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı yapıtıyla başlar. Her beytinin ayrı uyaklı olması yazma kolaylığı sağlar. Bu nedenle uzun aşk öykülerinde, destanlarda mesnevi kullanılmıştır. Mesnevi bir eser başlıca tevhid, münacat, na’t, miraciye bölümlerinden oluşur. Mesneviler aşk mesnevileri, dinsel-tasavvufi mesneviler, ahlaksal ve öğretici mesneviler, savaş ve kahramanlık konusunu işleyen gazavatnameler, bir kentin güzelliklerini anlatan şehrengizler ve mizahi mesneviler diye ayrılabilir. Mevlana Celaleddin Rumi’nin altı ciltlik tasavvufi yapıtı da "Mesnevi" adını taşımaktadır.
ELEJİ
Tanınmış bir kişinin, bir arkadaşın ya da sevilen bir kişinin ölümünden duyulan üzüntüyü anlatan lirik şiir türüdür. Genel anlamda, insanın ölümlülüğü temasını işleyen, birbirini izleyen bir vurgulu iki vurgusuz heceli ayaklardan oluşan beşli ve altılı ölçüyle yazılan ve konuyla sınırlı olmayan şiire verilen addır. Modern batı edebiyatında bu terim şiirin içeriğinden çok ölçüsünü belirtir. Alman edebiyatında ölçü özelliği öne çıkarken, ingiliz edebiyatında şiir türü olarak tanınır. Örneğin, Milton’un okul arkadaşı Edward King’in ölümü üzerine yazdığı "Lycidas" (1838) bu kapsamdadır. Eleji, modern şiirde de sık rastlanan önemi bir şiirsel anlatım biçimidir. NESİR: Düz yazı ROMAN
Belli bir tarihsel ya da coğrafi çevre içindeki belli bir kişi ya da bir grup insanın başından geçenleri, bu insan ya da insanların iç ve dış yaşantılarını belli bir kronolojik, mantıksal, duygusal ya da sanatsal ilişkiyi gözeterek öyküleyen ve belli bir uzunluğu aşan anlatılar için kullanılan edebi terimdir. Edebi türler içinde en yenisidir. Çünkü matbaanın bulunması ve kentsoylu bir okur kitlesinin ortaya çıkmasından sonra gelişmiştir.
Aslında tanımlanması en zor edebi türdür. Gelişmesini tamamlamamış tek türdür denebilir. Bunun bir nedeni romanın tarihsel koşullara bağlı olması, diğer nedeni ise yazarına geniş bir özgürlük ve deney alanı bırakmasındandır. Romanın ataları arasında nesirsel özellikler taşıyan Petronius’un Satyricon (1’inci yüzyıl) ve Apuleius’un Metamorphoseon’u (2’nci yüzyıl) gösterilir. Roman düzyazıyla yazılır. Anlatılan olaylar kahramanlık öyküleri değil, sıradan insanların günlük yaşantılarıdır. Anlatılan olaylar, saraylar ve savaş alanları gibi destansı mekanlarda değil, sokaklar, evler, meyhaneler gibi sıradan mekanlarda geçer. Olaylara yön veren tanrılar değil, kişilerin kendi tutum, davranış, duygu ve düşünceleridir. Kullanılan dil, nazım türlerinde olduğu gibi ağdalı değil günlük ve sıradandır.
Roman tarihe en bağlı edebiyat türüdür. Toplumsal, politik olaylar gelişmelerle de yakın ilişkidedir. Romanın tarihe bağlı oluşu, çok köklü bir geçmişi olmayan yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin kendine tarih içinde bir geçmiş, şimdi ve gelecek kurma çabasından doğmuş olmasında yatar. 18. yüzyıl romanlarının çoğu, burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesinde kullanılmak üzere kaleme alınmış metinler gibidir. Roman, işte bu nedenle, felsefe ve sanattan boş inançları kovmak ve bunların yerine akıl ve gerçeği geçirmek isteyen bir kültürel dönüşümün ürünüdür. Bu nedenle toplumların gelişimine, yani tarihe kopmaz biçimde bağlıdır. İnsanı, öncelikle toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak konu alan ilk sanat türüdür.
Roman türleri
Romanlar konu, üslup, yazıldığı dönem bakımından çeşitli türlere ayrılabilir. Üslup bakımından "romantik roman", "gerçekçi roman", "doğalcı roman", "estetik roman", "izlenimci roman", "dışavurumcu roman", "yeni roman" türleri sayılabilir. Romantik roman
Kişilerin duygularını, arzularını, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal ve gerçek olgular gibi görür. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean Jack Rousseau’nun eserleri ve Goethe’nin Genç Verther’in Acıları romanı gibi. Gerçekçi roman
Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır. Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır. Doğalcı roman
Üslup bakımından gerçekçi romana benzer. Olanın olduğu gibi yazılmasını öngörür. Emile Zola ve Maupassant romanları doğalcı romanlardır. Estetik roman
Belli biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik romanın en önemli yazarıdır. İzlenimci roman
Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. Ford Madox Ford’un romanları izlenimciliğin en sistemli ürünleridir. Dışavurumcu roman
20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla belirlenir. Dışavurumculuk, şiddetli, fırtınalı ve tanımsız duyguları vurgulamasıyla, abartma, karikatürleştirme, çarpıtma ve soyutlama tekniklerinden yararlanmasıyla bir tür "yeni romantizm" olarak da değerlendirilir. Dostoyevski, Kafka, Beckett ve Brecth’in romanları bu türün örneklerindendir. Yeni roman
Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 sonrasında ilk örnekleri görülmeye başlandı. Kendisinden önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu haline getiren romanlardır. Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunu denemişlerdir. Konusu bakımından roman "tarihsel roman", "pikaresk roman", "duygusal roman", "gotik roman", "ruhbilimsel roman", "töre romanı", "oluşum romanı" türlerine ayrılır. Tarihsel roman
Uzak bir geçmişte yaşanan olayları konu alır. Ama tarihten daha derinlerde yatan insanla ilgili daha evresel bir gerçeği araştırmak amacıyla da yazılmış olabililer. Tarihi romanların örnekleri arasında Walter Scott’un romanlarını, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Stendhal’in Parma Manastarı’nı sayabiliriz. Pikaresk roman
İsmini, İspanyolca alt tabakadan serüvenci ya da serseri anlamına gelen sözcükten alır. Çoğunlukla ahlaksız, rezil bir kahramanın başıboş gezginlik yaşamında yaşadığı olayları gevşek ve rahat bir üslupla anlatır. Bu türün önemli örnekleri arasında Lesage’nin Gil Blas de Santilane’ın Serüvenleri, Defoe’nun Talihli Metres’i, Thomas Mann’ın Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları’nı sayabiliriz. Duygusal roman
İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar. Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun romanları, Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves’i bu türe örnek gösterilebilir. Gotik roman
Gotik roman, İngiliz ve Amerikan romancılığına özgü bir türdür. 18. yüzyılın akılcılığına karşı çıkan bir türdür. Karanlık, korkutucu, çılgınlıklarla dolu bir ortamda geçen kanlı, şeytani, büyülü olayları konu alır. Horace Walpole’un Otranto Şatosu, Mary Shelley’in Frankenstein adlı romanları bu türün örnekleridir. Gotik romanın günümüzdeki uzantıları bilimkurgu ve fantastik roman olarak gösterilebilir. Ruhbilimsel roman
Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lasko adlı eseriyla Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe örnektir. Töre romanı
İnsanların en dolaysız biçimde toplumsal olan davranışlarını, adetlerini, geleneklerini ön plana çıkarır. Moda, yaygın konuşma ve ifade biçimleri, toplu olarak yapılan her şey bu tür romanların konusunu oluşturur. Toplumun derin yapısından çok, yüzeysel görüntüleriyle ilgilenir. En tipik temsilcileri olarak Arnold Bennet ve Evelyn Waugh’tur.
Türk edebiyatında roman
Türk edebiyatına roman Fransızca’dan yapılan çevrilerle girdi. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirici Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiler’i (Les Miserables) çevirdi. 1860-1880 yıları arasında başta Fransız yazarlar olmak üzere bir çok Batılı yazarın eseri Türkçe’ye çevrildi. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Sami’den sonra Ahmed Mithad romanlarıyla Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Türk romanı asıl Tanzimat döneminde gelişti. Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası yeni teknikler kullanılan Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Servet-i Fünun edebiyatı döneminde ilk usta romanlar ve usta yazarlar kendilerini gösterdi. "Sanat sanat içindir" tezini savunan bu yazarlar aşk ve acıma gibi konuları işledi. Halid Ziya Uşaklıgil bu dönemin en önemli romancısı sayılır. Aşk-ı Memnu (1925) adlı romanı günümüzde de en başarılı Türk romanlarından biridir. 1910’dan sonra milli duyguların ağır basmasıyla birlikte "Genç Kalemler" dergisi çevresinde Türkçülük akımı gelişti. Milli romanların yazılması bu dönemde başladı. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanları bu dönemin örneklerindendir. Cumhuriyet döneminde çağdaş Türk romanı ortaya çıktı. Toplumsal ve sosyal gelişmeleri konu alan romanlar yazıldı. Köy ve kent romanları ayrımı da bu dönemle ilgilidir. ÖYKÜ
Gerçek ya da düş ürünü bir olayı aktaran kısa düz yazı şeklindeki anlatıdır. Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır.
Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla yaratılan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.
Eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir. Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm ve gerçekçilik akımlarının yaygınlaşmasıyla edebi bir tür haline gelebildi. Edgar Allan Poe’nin Grotesk ve Arabesk öyküleri adlı eseriyle yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde değil Avrupa’da da etkili oldu. Almanya’da Heinrch von Kleist, ve E. T. A. Hoffmann, psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.
20. yüzyıla girildiğinde öyküler ilk kez genellikle gazete ve dergilerde yayınlanıyor ve bu yüzden gazeteciliğe özgü yerel renkler taşıyordu. Bret Harte’nin öyküleri, Ruyard Kipling’in Hindistan’daki yaşamı anlatan öyküleri, Mark Twain’in Missisippi öyküleri bu özelliktedir.
Rusya’da Gogol, Dostoyevski, Turgenyev ve Çehov’un öyküleri, öykü türünün edebi eserler arasında sağlam bir yere oturmasına büyük katkı sağladı.
Türk edebiyatında öykü
Türk edebiyatında Batılı anlamdaki ilk öyküler Tanzimat döneminde yazıldı. İlk öykü yazarları, Ahmed Midhat, Emin Nihat, Samipaşazade Sezai ve Nabizade Nazım’dı. Türk öykücülüğünü yetkinliğe kavuşturan yazar ise Halit Ziya Uşaklıgil oldu. Edebiyat-ı Cedide döneminde yalın diliyle dikkat çeken Uşaklıgil, titiz gözlemciliğiyle gerçekçi öykü geleneğini başlatan yazardır. Bu dönemin diğer yazarları Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Saffeti Ziya idi.
2. Meşrutiyet’in ilanından sonra gelişen yeni edebiyat akımıyla birlikte öyküde toplumsal ve siyasi sorunlar işlenmeye başladı. Türkçe’de yabancı sözcüklerin temizlenmesi, yazımda konuşma dilinin hakim olması, taşra yaşamının gerçekçi bir üslupla edebiyata taşınması gibi özelliklerle bilinen bu dönemde Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünde yeri bir çığır açtı. Onu Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay izledi. F. Celaleddin, Selahattin Enis, Sadri Ertem, Cemal Kaygılı, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi Koray, Nahit Sırrı Örik, Bekir Sıtkı Kunt, Mahmut Şevket Esendal Cumhuriyet dönemi öykücülüğünü hazırlan isimlerdir.
Cumhuriyet dönemi 1930’lar sonrasını kapsar. Bu dönemde alışılmışın dışında bir öykü dünyası kuran Sait Faik Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç), diyalogların usta yazarı Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Samet Ağaoğlu, Sabahattin Kudret Aksal, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar öykü yazarları olarak ön plana çıktı. Günümüzde Türk öykücülüğü geniş bir konu ve üslup zenginliğiyle sürmektedir. MASAL
Olağanüstü öğe, kahraman ve olaylara yer veren öykülerdir. Masal terimi öncelikle, Sindirella, Çizmeli Kedi gibi sözlü geleneğin ürünleri olan halk öykülerini kapsar. Ama sözlü gelenekle ilişkisi olmayan edebi yönü ağır basan bazı eserler de bu türün içinde yer alır. Halk masalları 4 temel grupta toplanır. Hayvan masalları, olağanüstü ve gerçekçi masallar, güldürücü öyküler, zincirlemeli masallar.
Hayvan masalları genellikle kısa masallardır. Lafontaine masalları bu türün en güzel örnekleridir. Şeyhi’nin Har-name adlı eseri de Divan edebiyatındaki hayvan masalları türüne görmek gösterilebilir.
Olağanüstü masallarda, olağan varlıkların yanı sıra cin, peri, dev, ejderha gibi olağanüstü varlıklara da yer verilir. Gerçekçi masalların başlıca kahramanları ise padişahlar, vezirler, prenses ve prensesler, zenginler, hırsızlar ya da haydutlar gibi gerçek hayattaki kişilerdir.
Güldürücü masallar okuyan ve dinleyeni eğlendirmeyi amaçlayan masallardır.
Zincirleme masallarda sıkı bir mantık bağıyla birbirine bağlanan, küçük ve önemsiz bir dizi olay art arda sıralanır.
TİYATRO
Bir öyküyü, sahne olarak ayrılmış bir yerde oyuncuların söz ve hareketleriyle canlandırma sanatıdır. Çoğu zaman yazılı bir metne dayanır. Be metnin adı senaryodur. Ancak tiyatronun tek öğesi edebiyat değildir. Oyunculuk, sahne düzeni, dekor, köstüm, aydınlatma, müzik ve dans gibi öğeleri de vardır. Burada tiyatro terimi, eser olarak edebi yönüyle ele alınmaktadır.
Başka bazı sanatlar gibi tiyatro da dinsel törelerden doğmuştur. Daha sonra dinden bağımsızlaşarak bir sanat olmuştur. Temelinde, ilke insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak canlandırma çabaları yatar. Doğa üstü güçlerin insanlara görünmesine aracılık etme çabaları da tiyatronun bir diğer amacıdır. Tiyatro eserleri de diğer edebi eserler gibi genel edebi akımların etkisinde kalır. İlk insan topluluklarıyla birlikte ortaya çıkan tiyatro, antik çağlarda asıl kimliğine kavuşmaya başladı. İlk tiyatro şenliği MÖ 534’te Atina’da düzenlendi. DENEME
Tek bir konuyu rahat ve akıcı bir biçimde ele alan, çoğu kez yazarının kişisel bakış açısı ve deneyimini aktaran orta uzunluktaki edebi metinlerdir. Bu türün yaratıcısı 16. Yüzyıl Fansız yazarı Michel de Montaigne’dir. Yazdığı metinlerin kişisel düşünce ve deneyimlerinin iletilmesine yönelik edebi parçalar olduğunu vurgulamak için deneme (essai) adını seçmiştir. Türk edebiyatına deneme, diğer edebi türler gibi Tanzimat’tan sonra Batı’nın etkisiyle girdi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Yahya Kemal Beyatlı deneme türününde eserler veren önemli yazarlarımızdır. Ancak deneme türünün en önemi yazarı Nurullah Ataç’tır. Ataç, denemelerinde kişisel tavrını açıkça ortaya koyan, dilde yenilikçi ve titiz, üslupta akıcı bir yazardır. BİYOGRAFİ
"Yaşam öyküsü" de denebilir. Bir kişinin yaşamını anlatmayı konu alan edebiyat türüdür. Yazarın kendi yaşamını anlattığı oto biyografiler de bu türün içinde yer alır. Yaşam öyküsü kişisel anılara ya da araştırma sonucu edinilmiş sözlü ve yazılı malzemelerin düzenlenmesine ve yorumlanmasına dayandığı için tarihin bir dalı olarak da görülebilir. Ama konu alınan kişinin bireyselliğini, yaratıcı ve duygudaş bir kavrayışla aktarmaya çalıştığı için aynı zamanda edebiyatın bir koludur.
Tarihte ölen kişinin yaşamını ve yapıtlarını öven mezar yazıtları ve cenaze törenlerindeki konuşmalar yaşam öykülerinin ilk örnekleri sayılabilir. Daha sonra eldeki verilerin keyfi ya da eleştirellikten uzak bir yorumuna dayanan, söz konusu kişiyi övmek ve okura örnek oluşturmak için yazılan yaşam öyküleri başlamıştır. Bunun hemen ardından kişilerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmayı amaçlayan eleştirel yaşam öyküleri de kaleme alınmıştır.
Yaşam öyküsünün bir başka özelliği, yazarının tarafsız olmamasıdır. Yaşamını yazdığı kişiyi sunar ve yorumlarken kendi kişiliğini de eserine yansıtır. Otobiyografi türünde bu özellik daha da belirgindir. MAKALE
Yazarın belli bir konuda, genellikle günlük politika ile ilgili görüşlerini dile getirdiği kısa metinlerdir. Makale, asıl gazetelerin yaygınlaşması ve gelişmesiyle kendini gösteren bir edebi türdür. Yazar bu kısa yazılarda çeşitli konulara ilişkin kişisel görüş eleştiri ve önerilerini sıralayabilir. Ya da politik veya toplumsal sorunlara değinebilir. Konular politikanın yanı sıra, bilim, dil, kültür gibi yazarın tercih ettiği herhangi bir alan da olabilir. Makalenin amacı, açıklama, eleştiri, tanıtım, bilgilendirme de olabilir. Ama genellikle eleştirel tutum ön plandadır. Makaleler, günlük yazıldıktan sonra bir araya getirilerek makale kitapları şeklinde yayınlanabilir. ELEŞTİRİ
Herhangi bir kişiyi, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlışlarını dile getirerek göstermek amacıyla yazılan kısa metinlerdir. Hedeflenen öğeyi doğru ve yanlış yönleriyle tanıtmayı amaçlayabileceği gibi, bu öğenin doğru tanıtılmasını sağlamayı ve bir değerlendirmeyi de hedef alabilir. Edebiyat sorunlarını ve yapıtlarını konu alan inceleme, yorum ya da değerlendirme olarak da tanımlanabilir. ANI
Kişisel yaşantının bütünü ya da belli bölümlerini ya da gözlemleri dile getirmek amacıyla yazılmış edebi metinler ya da kayıtlardır. Otobiyografi ile karıştırılabilen anı, ondan dışsal olaylara verdiği önem nedeniyle ayrılır. Anıda kişisel yaşam izlenimlerinin yanı sıra bu izlenimlerin dış boyutları da geniş olarak yer alır. Otobiyografide yazar öncelikle kendilerini konu edinirken, anı yazarları çoğunlukla çeşitli tarihsel olaylarda rol oynamış ya da bu olayların yakın gözlemcisi olmuş kişilerdir.
MİZAH
Olayların gülünç, alışılmadık ve çelişkili yönlerini yansıtarak insanı düşündürme, eğlendirme ya da güldürme sanatıdır. Bu amaçla yazılan edebi eserler de mizah türü için de değerlendirilir. En kaba şakadan en ince espriye kadar bütün mizah örnekleri, birbiri ile uyum içindeki olaylar arasındaki çelişkinin birdenbire ortaya çıkarılmasına dayanır. Mizah gelenek ve kuralların sorgulanmasında önemli bir rol oynar. İki amacı vardır, saldırma ve savunma. İnsanın topluca yaşamaya başladığı dönemle birlikte mizah da otaya çıkmıştır. Kentleşmeyle birlikte daha soyut ve dolaylı bir özellik kazandı.
Mizahı bedensel şiddetten ayırıp keskin dilli bir sanata dönüştüren Atinalılar olmuştur. Ortaçağda kilise ve kralları alaya alan masallarıyla şenliklerde halkı eğlendiren öykü anlatıcıları jonglörler ve gezgin minstrel’le birlikte açık cinsel çağrışımları da olan yeni bir mizah türü yaygınlaştı. 20. yüzyılda yeni bir mizah türü doğdu. Komik öğelerin yanı sıra ürkütücü ve korkunç öğelere de yer veren kara mizah ortaya çıktı. Siyasal mizah da bu dönemde önem kazandı. Türk edebiyatında mizah
Türk edebiyatında ise gerçek anlamda ilk mizah ürünleri masallar, fıkralar ve seyirlik oyunlardır. Divan edebiyatında da sık rastlanmamakla birlikte mizah yer almıştır. Tanzimat döneminde Türk mizahının çehresi geniş ölçüde değişti. Teodor Kasap ve Direktör Ali Bey’in Fransız edebiyatının etkisiyle yazdıkları tiyatro eserleri önem kazandı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Ziya Paşa’nın Zafername Şerhi, Namık Kemal’in imzasız fıkra ve yergileri bu tiyatro eserlerini izledi. 2. Meşrutiyet’le birlikte Türk mizah edebiyatı büyük gelişme gösterdi. Baha Tevfik, Peyami Safa, Ömer Seyfettin, Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi birçok yazar mizah yazılarıyla ünlendi.
Cumhuriyetle birlikte Türk mizahı yeni bir kimlik kazandı. Bu dönem yazarları geçmişi eleştiren, yeni dönemi savunan bir tutum benimsedi. Çok partili dönemle birlikte mizah kapsam ve konu bakamından büyük zenginlik kazandı. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rifat Ilgaz, Orhan Kemal, Bedii Faik, Haldun Taner, Muzaffer İzgü, Çetin Altan gibi yazarlar bu dönemin önemli isimleridir.
LeYLa ile MecNuN
LEYLÂ ile MECNÛNMecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner,başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.Mecnun' un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir vemecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz. Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beniBir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar.Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir. Bir zaman sonra âilesi, Leylâ' yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm' ı vuslatından uzak tutmayı başarır.Mecnûn, çölde, Leylâ' nın evlendiğini arkadaşı Zeyd' den işitince çok üzülür. Leylâ' ya acı bir sitem mektubu gönderir.Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn' a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.Bir müddet sonra Mecnûn' un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn' u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn' u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer.Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ' nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmezCânânsuz cihân gerekmez."Der, kabri kucaklayarak ölür.Bir müddet sonra Mecnûn' un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: "Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ' dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."LEYLA ve MECNUNEy Rabbim! Aşk belasıyla beni tanıştırBeni bir an bile olsa; aşk belasından ayırma!Detlilerden yardımını uzak tutma.Yani beni daha çok belalara müptela eyle!Ben var oldukça, beladan, isteğimi uzaklaştırma! Ben belayı isterim, çünkü bela da beni ister. Sevgi belasıyla ağırbaşlılığımı gevşetme!Ta ki dostlar beni kınayıp vefasız demesinler! Gidip geldikçe, sevgilimin güzelliğini arttır,Sevgilimin derdine beni daha çok mübtela et. Ben nerede, mevki ve itibar kazanma nerede? Bana yoksulluk ve yokluk ulaşma kabiliyeti ver Senden ayrıyken, bedenimi öyle zayıf kıl ki, Bahar yeli beni sana kavuştursun. Fuzûlî' nin nasibi gibi beni gururlandırıp, Ey Rabbim, asla beni bana bağlı kılma! Sonunda yar, ağlayıp inlememize acıdı ve Bugün hüzünler evimize ayak bastı. Gözyaşı yağmurum, demek, öyle tesir etti ki, Gül bahçemizde taze bir gül dalı düşürdü. Ah ateşinin bizi yaktığı, Ayrılık gecesini aydınlatan meş' aleden bellidir. Eğer ağlayan gözümüzde uyku olsaydı,Bu kavuşma uyku halinde görülen bir rüya demek mümkün olurdu. Gördüğümüz bir hayal mi? Yoksa sevgilinin yanımıza geleceği aklımıza bile gelmezdi. Ey can ve gönül! Sevgili, misafirimiz oldu! Neyimiz varsa, misafirimizin ayaklarına dökelim. Ey Fuzûlî! Sevgilinin kasdı, canımızı almakmış.Gel.. Güzel uğruna can vermeyi kendimize bir borç bilelim.
Gözlerin İstanbul Oluyor Birden
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Yavuz Bülent Bakiler
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ŞİİRİNDE NÜKTE



Bilindiği gibi Cumhuriyet’in ilanı, siyasi ve sosyal hayatımızda kesin bir değişiklik ortaya koymuştur. Milletlerin hayatında, yaşananlardan ayrı düşünülemeyecek olan edebiyat da bundan nasibini almıştır. Hatta çoğu zaman yaşanan toplumsal değişiklikler de edebiyatla desteklenmiş, yaşananlara göre edebiyat kendine ait bir ses ve söz bütünlüğüne bürünmüştür. Şiir de, yaşananlardan bağımsız kalmamış, yaşanan sosyal ve siyasi olaylara öncülük etmiştir. Şerif Aktaş’a göre:
‘Cumhuriyet ilan edildiğinde kendi içinde tabi olarak ayıklanmış estetik kıymeti haiz, sade ve her türlü ruh halini ifade edebilecek bir edebi dil, kendi içinde olgunlaşmıştır. Türkçe bir medeniyet dairesinin getirdiği zevk, anlayış ve kültür birikimiyle, Cumhuriyeti ilan eden ‘yeni insan’ ın his ve düşüncelerini şiir planında ifade edebilecek ses durumuna yükselmiştir.’1.
Bu yeni ses ve söz birliği, Cumhuriyet’in ilanıyla, şiir dünyamızda bir çok değişiklik meydana getirmiştir. Türk şiir zevki, farklı şekillerde kendini ifade imkanı bulmuştur. Bu değişimin olması tabîdir. İnsanın yeni zevk ile birlikte arayışlara düşmesi ile farklı şiir gayretlerinin doğması kaçınılmaz bir haldir.
Şiirde temalar, söyleyiş tarzı, ifade edilen problemler değişmiş, Saf Şiir gayreti, Yeni Lisan hareketi, Memleketçi edebiyat, Toplumcu Gerçekçiler gibi edebiyat faaliyetleri de Türkçe’ye mahsus bir şiir dili ortaya koyma gayreti içerisine girmiştir. Bu hareketlerden üzerinde kısmen duracağımız hareket, Garip şiiridir. Çünkü Garip şiiri ile bir takım değişiklikler meydana gelmiştir.
‘ 1938’li yıllar Atatürk’ün ölümünün ardından, Türk edebiyatındaki devrimci, destancı hava coşkusunu kaybeder. Memleket şiirinin hızı kesilir. Şiirin tekrara düşmesi bir bıkkınlık yaratır. Yaklaşan büyük savaşın genç şairlerde oluşturduğu karamsarlık ve boşluk duygusu, şiirin akışını başka bir yöne doğru çevirir’2.
Garip Şiiri dediğimiz bu hareketin Türk şiiri için önemli bir yeri vardır. Şiirdeki bu değişim ve dönüşüm noktasının temelinde, şiiri tabileştirmek ve basitleştirmek gayesi yatar. Öyle ki, Garip şiiriyle insanlar, alışılmış şeylerden şüphe duymaya başlamıştır.
Bunun yanında ‘Garip hareketinin, Türk şiirine kazandırdığı tenkidî yaklaşım ve nükte mantığı, kendinden sonraki şiir anlayışlarının zeminini hazırlamada önemli rol oynamıştır. Şiirin salt lirizm olmadığı gerçeği de, Garip şiiriyle daha iyi anlaşılmıştır.’ 3.
Şiirin bütün kurallarını yıkma, insanın her zaman ki durumunu farklı şekilde sunma, nüktenin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Nükteye şiirlerinde en çok başvuran şairlerden birisi, Orhan Veli olmuştur. Orhan Veli, özellikle düşünce yüklü ve insanlığın genelini ilgilendiren durumlarda nükteye başvurur.
Öyleyse nüktenin ne olduğuna ve bir toplumda neden ortaya çıktığına değinmemiz yerinde olacaktır.
‘Nükte, iyi düşünülmüş, ince örtülü mana taşıyan yarı şaka, yarı ciddi sözdür, hedefi değil neticesi gülme olan bir iştir. Sözün asıl anlamını dışında kullanılmasıyla oluşan mürsel, mecaz, kinaye, tariz, arifane tecahül, istihza, cinas gibi ifade sanatlarını taşır. Bu yüzden dinleyenlerde yüksek bir anlayış gücü ister.


1. Aktaş, Şerif; ‘1920 ve 1940 Türk Şiiri ve Antolojisi’, Akçağ Yayınları, Ankara, 2003, s. 14.
2. http://t.c.diyanetisleri.gov.tr.
3.http://giyaytas@gazi.edu.tr.


Nükte, daha çok yol gösterip, istihza ile ağız payı veren bir cezalandırmadır ve zekaya hitap edecek tarzda tertiplenmiştir. Toplumun idrakine, kültürün bir değerini, normunu hatırlatma fonksiyonu taşır. En az iki kişinin olduğu bir yerde anlatılır. Her milletin de espri denilen nükte anlayışı, kendi tefekkür nizamının ve dil imkanlarının sonucudur.’ 4
Peki her toplumda bir ihtiyacı karşılayan nükte, bizim edebiyat dünyamızda nasıl algılanmıştır? Şairler, şiirlerinde neden böyle bir duruma ihtiyaç duyarlar? Nükte bir gelenek midir? Hangi durumlarda kullanılmış? Neden kullanılmış? Ya da okuyucular, içerisinde nükte olan şiirleri, hoşça vakit geçirmek için verilmiş bir metin olarak mı algılıyorlar? Bir zamanlar şiirin duygulandırması, hüzünlendirmesi beklenirken şimdi güldürmesi mi bekleniyor? Veyahut, nükteye şiirinde başvuran şairler, şiirde ciddilikten uzak mı? Bugünün şairi, neşeye mi düşkün? Şairin bakış açısı, nasıl oluyor da birden bire değişiyor? Gibi farklı sorularla nükteyi irdeleyebiliriz.
Sabahattin Kudret’e göre ‘şairlerin takınmış oldukları bu tavırlar şiiri içinde bulunduğu duygulu halden kurtarmak, onu bir akıl işi yapmak içindir. Şiiri akıl işi yapmak için, illa ki şiirde nükteye mi başvurmalıyız? Bu şart değil, fakat; sanatta bir anlayıştan başka bir anlayışa, bir zevkten başka bir zevke geçerken, çok kere bu değişiklik, kesin olarak gösterilmek istenir Bu, sanatçının bir değişikliği kendisi için de araması anlamına gelir. Belki de şiirde nükte, şiire düşünceyi sokma işidir.’5.Der.
Her toplumun, nükteye bir bakımdan ihtiyacı vardır. Her millet aynı şeye gülmez. Bir millet, bir diğerinin güldüğünü anlamasa da, o milletin yaşamında, nükte konusu olabilecek temler vardır, bunun yanında toplumların ortak tavrı, en çok çekinilen ve hayranlık duyulan şeye karşı gülmektir
Nüktenin gizli konularla, felaketlerle alay etme, ağırbaşlılığa saldırma gibi çabaları vardır. Bazen, bir insana haddini bildirme isteği de nüktenin gayretlerindendir. Nüktenin temelinde, bir şeyin aslına saldırmak değil, o şeyi tersine çevirmek duygusu yatar. Öyle ki, nükte yapılan kişi buna alınamaz, gücenemez de, burada, nükteyi yapanın ustalığından kaynaklanan bir durum vardır. Çünkü nükte, bir şaka kılıfı ile sunulmuştur. Aslında nükte, yorumlanmaya kalkıldığında özelliğini kaybeder. Daha iyi anlaşılması açısından, önemli şairlerimizden Mehmet Akif’in, bir olayını örnek verebiliriz:
Zamane gençlerinden biri, bir toplantıda Mehmet Akif’i küçük düşürmeye çalışıp:
- Affedersiniz, demiş siz baytar mısınız?
Mehmet Akif, hiç istifini bozmadan şu cevabı vermiş:
- Evet bir yeriniz mi ağrıyordu?
Cevabını vermiş. Görüldüğü gibi nükte yapıldığı anda karşıdakinde bir şok etkisi yaratmakta, yapılan kişi ilk anda sessiz kalmakta ya da genelde bir cevap verememektedir.
Çalışmamızın başında, Garip şiiri ile sınırlandırdığımız nükte, günlük yaşantımızda da, zeki olarak bilinen şahsiyetlerce, sıkça başvurulan bir yoldur, fakat Garip şiiriyle, kendini daha da hissettirir. Orhan Veli’nin, 1937 yılında yazmış olduğu ‘İnsanlar’ şiirinde de nüktenin varlığı sezilmektedir. Şiir şöyledir:

‘Ne kadar severim o insanları!
O insanları ki renkli, silik
Dünyasında çıkartmaların
Tavuklar, tavşanlar ve köpeklerle beraber
Yaşayan insanlara benzer.’


4. Tural, Sadık; ‘ Nekre ve Nükte Kavramlarının Kültür İçindeki Yeri ve Gülmenin Sosyo- psikolojik Boyutları’, Milli Folklor Dergisi, Ankara, 1990,C.1, S.7, s. 4.
5. Aksal, Sabahattin Kudret; ‘Şiirde Nükte’ Vatan Gazetesi, İstanbul, Ekim 1954, C.14, S.4575, s. 3,
Orhan Veli burada, insanlıktan uzak kişileri anlatmak için böyle bir yol seçmiştir.
‘Toplumlar, belirli durumları yasalarla ve hukuk kurallarıyla denetler, fakat bazen öyle durumlar vardır ki, bunları yasalar ile kontrol altına alamayız. Cimri, dalgın, uyuşuk, uyumsuz, dikkatsiz, şaşkın, beceriksiz insanlar da vardır, işte insanlar bu durumlara karşı gülme mekanizması geliştirmiştir. Gülme veya gülünç bulma, sosyal bir denetim şeklidir. Kültür, koruyuculuğunu gülerek de sağlayabilir. Aynı zamanda kültürler, gülünç duruma düştüğünün farkında olmayan insanlarla alay eder. Saf, ahmak, başkasını aldatmaya çalışan, gösteriş düşkünü, bilgisiz, görgüsüz, tembel, miskin, dini yanlış yorumlayan, çaresizliğe ve ümitsizliğe düşmüş, beceriksiz veya dalgın insan tipleri ele alınır, mizahi yanlarıyla gösterilip nükteye bağlanır. Böylece egosantrikler, toplum dışı olanlar, kültür kaçkınları gülünç olmakla cezalandırılır. Bütüne benzemeyen, özel bir parçaya, elden ayrıksı olup vurdumduymaz olana da gülünür.’ 6
Nükte, çoğu zaman da karşıdakinden korktuğun ya da karşıdakini kırmak istemediğin durumlarda, önemli bir yardımcı görevi görür. İnsan, tehlikeli olacağını bilse de nükteye başvurabilir.
Nüktenin, toplumlara bir çok açıdan faydası vardır.
‘Nükte, insanlarda gevşetici bir etki bırakır. Hayatın acı yanını maskeler. Her toplumda, gerçek ciddiliğin yanında, sahte ciddilik de vardır. İşte nükte, bu sahte ciddilik maskesine bürünerek alaya alınacak zaafları, ört bas etmeye çalışılır.’7
‘Nüktenin, bir toplumda üstlendiği en önemli görevlerden biri, kendimizi, evrenin merkezi sanmamız üzerinde durmaktır. Bu gülünç yan, nükte ile vurgulanmıştır. Ayrıca nüktenin barışı ve uygarlığı kurtarma yolunda da önemli görevleri vardır. Milletlerin, kendilerini evrenin merkezinde sanma anlayışı nükte ile aşılabilecek bir durumdur.’ 8.
Öyleyse nükte için, şiirde ileriye dönük bir atılımdır ve şiirin sınırlarını genişletir diyebiliriz. Farklılaşanlar gülünç olmakla cezalandırılmış, ve kültür korunmuştur. Nükte ,dilin sıcaklığı ile şiirin okuyucu kitlesini artırmış, bir toplumda sosyo- psikolojik yönden farklı görevleri yerine getirmiştir.
Fakat, şiirin içlenmek sanatı olmadığı kadar, nükte yapma sanatı da olmadığını bilmeli, şiirde düşünmenin sadece nükte ile sağlanmadığını anlamalıyız. Nüktenin günün şartları içinde ve şimdi de şiirde başvurulacak yollardan biri olduğunu ve şiiri derinleştirdiğini de unutmamalıyız.



Pınar Akpınar







6. Tural, Sadık; a.g.e. s.5.
7. Maurois, Andre; ‘ Nükte ve Mizah’ çeviren: İhsan Akay. Varlık Dergisi, İstanbul, 1960, C. 27, S 526,s. 14.
8. . Maurois, Andre; a.g.e. s.14.

KAYNAKÇA:


1.Aksal, Sabahattin Kudret; ‘Şiirde Nükte’ Vatan Gazetesi, İstanbul, Ekim 1954, C.14, S.4575, s. 3,
2.Aktaş, Şerif; ‘1920 ve 1940 Türk Şiiri ve Antolojisi’, Akçağ Yayınları, Ankara, 2003, s. 13- 26.
3.http://t.c.diyanetisleri.gov.tr.
4.http://giyaytas@gazi.edu.tr.
5.İnal, Tuğrul; ‘ Toplumsal Değişim Sürecinde Orhan Veli’nin Şiiri’ FDE dergisi, C. 4, s.154, Ankara, 1999.
6.Maurois, Andre; ‘ Nükte ve Mizah’ çeviren: İhsan Akay. Varlık Dergisi, İstanbul, 1960, C. 27, S 526,s. 14.
7.Maurois, Andre; ‘ Nükte ve Mizah’ çeviren: İhsan Akay. Varlık Dergisi, İstanbul, 1960, C. 27, S 527 s. 13,14.
8.Tural, Sadık; ‘ Nekre ve Nükte Kavramlarının Kültür İçindeki Yeri ve Gülmenin Sosyo- psikolojik Boyutları’, Milli Folklor Dergisi, Ankara, 1990,C.1, S.7, s. 2-5.
9. Türk Dünyası El Kitabı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1992 C.3, s.515.
10. Veli, Orhan; ‘ Bütün Şiirleri’ Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s.35.
EKSPRESYONİZM VE TEMEL MESELELER


‘Edebiyat Akımı: Bir sanatkâr grubunun belli bir dönemde, ortak dünya görüşü, estetik, sanat ve edebiyat anlayışı çerçevesinde oluşturdukları edebiyat hareketi; bu anlayış ve hareket çevresinde kaleme alınan edebî eserlerin oluşturduğu bütündür’1.
Edebî akımlar, edebiyat ilminin alt başlığını oluşturur. Edebiyat çalışmalarının birçoğu, akımlar üzerine kurulmuştur. Akımlar, eserin değerlendirilmesi için önemli bir kıstastır.
Akımların doğuşuna ve gelişmesine baktığımızda, edebiyat akımları, bir toplumda birden bire ortaya çıkmaz. ‘Belirli dönemlerde, belirli akımlar ve görüşler ağırlıkla hissedilir. Aynı zaman dilimi içinde birden fazla akımın sürdürüleceği gibi, akımların doğuş ve bitiş tarihlerini de kesin sınırlarla belirlemek mümkün değildir. Genel olarak bir akım yavaşladığın da ya da doruğa ulaştığında, onun karşıtı bir akım edebiyat sahnesine çıkmaya başlar’2.
Her edebiyat akımının sahip olduğu bir dünya görüşü vardır, bu görüş onunla birlikte döneme de yansır. Toplumlar içinde, zaman zaman uygulama alanı bulan ve dünya üzerindeki çeşitli edebiyatları etkiyen edebiyat akımlarının doğuşu, Batı’daki Romantizm, Klasizm, ve Realizme dayanır.
Batı edebiyatı akımlarından Ekspresyonizmi, bir kültür zeminine oturtabilmemiz için, öncelikle akımın doğuşuna kaynaklık eden, ‘Romantizm’ üzerinde durmamız isabetli olacaktır.
‘Romantizm, XVIII. yy. sonu ile XIX. yy. başında Avrupa’ da ortaya çıkan tüm kuralları yadsıyarak, yerine; bireysel, özgür yaratmayı, duygu ve içtenliği koymaya çalışan sanatsal, siyasal ve felsefi davranışların genel adıdır. Romantizm genellikle 1789 Fransız Burjuvazisi’nin ortaya attığı, başıboşluk duygusunun ürünü olarak da algılanılabilir’3.
‘Romantizm, genel olarak Klasizme ve XVIII. yüzyılın akılcı, kuru, hissîlikten uzak ve objektif edebiyatına tepki olarak doğar4’. ‘Yeni bir insan’ ve ‘yeni bir dünya’ anlayışı romantizmin temel meselelerini ve hareket noktasını oluşturur. Romantiklere göre ‘sanatkâr özgürdür’, hiç bir sınır ve ölçü tanımaz, öyleyse insanı, evrenin merkezine almak esastır. Bunun sonucunda, Tanrı merkezli evren sistemi yıkılmıştır. Ahlakî değerlerin ölçüsü ‘insan’ kabul edilmiştir. Kendini böylelikle gelenekten koparan sanatçı, ‘kendisi’ olmaya çalışır ve artık önemli olan bireydir.
Ben’in kazandığı bu sonsuz hürriyet, insan hayatında var olan her şeyin şiire ya da esere konu olabileceği tezini beraberinde getirir. Bu yeni duyuş ve zevk değişikliği, tabiata ve iç dünyaya dönüş, sanatçılara itiraf edilemeyecek şeyleri itiraf edebilmenin imkânını verir. ‘Her şey söylenmeli ve söylenilebilmelidir. Bunu yaparken de Klasizmin tumturaklı, süslü, sunnî dilinden uzaklaşıp bütün kural ve kaideleri reddederler’5.



1. Çetişli, İsmail; Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006, s. 35.
2. Aytaç, Gürsel; Genel Edebiyat Bilimi, SAY Yayınları, İstanbul, 2003, s. 169.
3. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990, c.7, s. 345.
4. Claudon, Francis; Romantizm Sanat Ansiklopedisi, (Çev. Özdemir İnce, İlhan Usmanbaş), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1988, s.7.
5. Meydan Larousse; Büyük Lugat ve Ansiklopedi, İstanbul, 1990, c.10, s. 668.







‘Eğer bir kelime, ibare veya ifade biçimi, sanatkâr tarafından eserde kullanılmışsa o güzeldir’. Böylelikle dil ve üslupta farklılaşmalar gözlenir. 6. Bu dil ve üslup klasiklerinkine göre daha samimi, daha ferdîdir. Zaman zaman da çok keyfî ve sanatkârane olmuştur.
Roman sahasında, çevreden uzaklaşma ve bununla doğan duygular gözlenir. İç romantizm ve yazarın ben’inin, esere egemen olduğu görülür, bunun sonucunda, birinci tekil şahıslı anlatı türü gelişir ve yazarla kahraman birleşir.
Romantikler, şiiri, kısır nesrin akılcılığı karşısında aydınlatma aracı olarak görürler. Simgeciliğin yolunu, şiirle açarlar.
Eserlere melankoli, hüzün, kötümserlik, hayal ve sezgi gücü hâkimdir. Hürriyet onların şiirde vazgeçemediği konudur, ihtilal ortamının yaşattığı duyguları, en güzel onunla anlatırlar. Sanatkârın muhayyelesine, duygularına hiç bir kısıtlama getirilemez görüşündedirler ve bunun savunuculuğunu yaparlar. Hürriyet konusunda öyle ileri giderler ki, edebî türler ayrımı dahi reddederler.
Romantikler, eğitim ve çalışma ile elde edilen yeteneğe pek önem vermezler. Sanatkârın dehâsını önemserler ve değerini yüceltirler. Sanatkârın mizacı ve kişiliği çok önemlidir. Bu bizi ister istemez biyografiye ve sanatçının dehasına bunun yanında samimiyete yöneltir. Tarihsel birikimde ayrı bir faydalanma alanıdır.
1840’lı yıllardan itibaren Romantizm zayıflamaya başlar. Bundan sonra romantikler, yeni temayüllere ayak uydurmak zorunda kalırlar. Daha sonra vücuda gelen edebî akımların doğuşunda, Romantizmin büyük rolü olmuştur.
1830’lı yıllarda da Romantizm, iki ana kola ayrılır.’Sanat için sanat’ ve ‘toplum için sanat’ olmak üzere. Bu düşünce etrafında birçok akım doğup, gelişme imkânı bulacaktır. İşte ‘Ekspresyonizm’ de bunlardan biridir. Ekspresyonizmin, Romantizmle birçok ortak yönünün olduğunu göreceğiz. Her ikisinde ortak olan en önemli nokta insanoğlunun anlatma ihtiyacıdır.
Dönemin genel işleyişine baktığımız da:‘19.yüzyılın sonundan başlayarak plastik sanatların terimleri, tuhaf bir biçimde tüm öteki sanat dallarına da yayılarak eğilimleri, entelektüel akımları, hatta çağın ruhunu tamamlamada temel oluşturdu. Özellikle Almanya’da bu Empresyonizm, Neo-Romantizm ve Art-Nouveau’ya uygulandı. Fotoğrafın bulunması, resmin katı kurallardan kurtulmasına izin verecek bir ortam sağladı. Böylece sanat ile gerçek arasında köklü değişiklikler hazırlanmış oldu. Ancak resimsel sanatın sanat dünyasına bu denli yayılmasının kuşkusuz başka bir nedeni vardı. Bu da birdenbire ortaya çıkan bir olayın ender olarak bir tek sanat biçimiyle sınırlanmasıydı. Yeni üslup, belirli bir çağ toplum ve uygarlık görüşüyle daha çok bağlantılıydı; Romantizmden, Sürrealizme değin sanatsal anlatımın tüm biçimleri, bu üslubun kapsamına giriyordu. Ekspresyonizm de bu üslubun özgün bir örneğidir’7.Bu akımın temsilcilerinden Kurt Hiller, coşkuyla kavgaya katıldı.
Ekspresyonizmin ne olduğu konusunda farklı görüşler mevcuttur.




6. Çetişli, İsmail; a.g.e. s.77
7. Richard, Lionel; Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, (Çev. Beral Madra, Sinem Gürsoy, İlhan Usmanbaş), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1991, s.7.










Latince ‘ekspressio’ifade etmek anlamına gelen, Fransızca ‘anlatım’ demek olan bu kelimenin kullanılışı, 1850’lere kadar inmektedir. Araştırmaların büyük bir kısmı kelimenin Almanca’ ya ‘Abstraction and Emphaty’ adlı kitabın yazarı Wilhelm Worringer aracılığıyla girdiğini, 1911’li yıllarda kullandığını, bazı araştırmacılar da 1910’lu yıllarda Pechstein’ in bir resmi önünde Paul Cassirer tarafından kullanıldığını iddia etmektedirler. Ayrıca Fransız ressam Julien Auguste Herve’ nin bir dizi tablosunun ismi de ‘Ekspresyonizm’ di. Fakat Almanya’ da üslubun ilk kullanılışı Walter Hengmann’ a dayanır. Walter Hengmann’ın , ‘Der Sturm’ adlı derginin, 1911’deki Temmuz sayısında bu kavramı yazdığı kesin olarak bilinmektedir. İlk planda herkesçe tutunamayan bu terim, zamanla edebiyatçılar arasında da devre adını verecek kadar yaygınlaşmıştır.
‘Ekspresyonizm akım olarak, I.Dünya Savaşı yıllarında Almanya’da doğmuş, önce plastik sanatlarda, sonra müzikte ve edebiyatta etkilerini göstermiş, 1920’lerde yeni anlatım sanatının çeşitli akımları için ortak bir ad olmuştur’8.
‘Ekspresyonist şair ve yazarlar 1875- 1895 yılları arasında yaşamış, 1904- 1914 yılları arasının bunalımını bizzat hissetmiş ve savaşın yıkıcılığını dile getirmişlerdir.
‘1910 ve 1925 yılları arasında etkili olan akım, 1920’lerde uzun sürmeyen bir parlaklık devresine ulaşmıştır. 1921’li yıllarda, entellektüel alanda tıpkı bir salgın hastalık gibi her şeyi etkilemiş; yalnız resim ve şiir değil, düzyazı, mimarlık, tiyatro, bilim, üniversite ve okul reformlarını yönlendirmiştir. Öncüleri dışında temsilcileri diye bilinen birçok şair ve yazar, kısmen ya da belli bir süre bu akıma dâhil olmuşlardır’9. Bunun dışında akım bir önceki kuşağın yaşlı temsilcilerini, Almanya ile sıkı bağ içinde olan ülkeleri de etkilemiş; özellikle sürrealist edebiyatta kendini göstermiştir. Belçika, Rusya, Fransa ve Çekoslovakya gibi ülkelerde etkili olmuştur.
Ekspresyonizm, devrimin edebiyatıdır. Aydının güçlü karşısındaki tutumunu ele alır. Ekspresyonistler, yaşanan modern çağın içindeki makineleşmeye, endüstriye, kapitalizme karşı savaş açarlar. Boyun eğmeye, ezilmişliğe başkaldırırlar.
‘Ekspresyonizm, bir kuşağın genel duygularının tüm yönleriyle fışkırdığı inançların dile getirilmesidir’10
Yvan Goll’a göre Ekspresyonizm ‘kudretsiz insanın gök küreye karşı kızgınlıkla salladığı bir yumruktur’11.
Ekspresyonizm, Empresyonizmin geçici izlenimlerine bir tepki olarak doğar, bunun yanında Natüralizme’ de karşıdır.
‘Ekspresyonistler hayatı gittikçe egemenliği altına alan sanayileşme yüzünden, sanatın ve düşüncenin tehdit altında olmasından korkarlar’12.Pozitif ilimlere de göstermiş oldukları tepkinin etkisiyle, çağının bütün alanlarına tepki gösterir bir hâle gelmişlerdir.





8. Aytaç, Gürsel; Genel Edebiyat Bilimi, SAY Yayınları, İstanbul, 2003, s.326.
9. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı Tarihi, KTB. Yayınları, Ankara, 1983, s. 112-113
10. Richard, Lionel, a.g.e., s.7-8.
11. Richard, Lionel, a.g.e. s.8.
12. Richard, Lionel; a.g.e. s.7









Ekspresyonistler, temelleri sarsılan Almanya’nın içinde bulunduğu durumdan hoşnut kalmazlar ve bundan duydukları huzursuzluğu dile getirirler. Dünyanın, akıl aracılığıyla nesnelleştirilmesine karşıdırlar. Avrupa kültürünün, çöküş içinde olduğunu söylerler. Egoizm ve bölücülüğe karşıdırlar. Çağdaş kültürü de eleştirirler. Genel itibariyle baktığımızda Ekspresyonistleri, isyan içinde görürüz. Ekspresyonistlerin ayaklanmadan ve başkaldırıdan yana bir yapıları vardır. Adeta, bireyin düş gücünü bağlayan zincirleri kopartmak isterler’13
Aile, ordu, öğretmen, kurulu düzen bunlara ve bunların tüm yandaşlarına karşıdırlar. Bu kesimleri aşağılarken; ezilmişlerin, yoksulların, suçluların, akıl hastalarının ve gençlerin yanındadırlar ve onları savunurlar. Ekspresyonistlerin, böyle bir tavır içine girmelerinin belirli sebepleri vardır.
Ekspresyonistlerin temel meseleleri, gelecek kaygısıdır. Onları düşündüren temel öge de budur. Huzursuzluklarının kökeninde bu yatar. Hangi yol iyidir? İnsanlığın geleceği ne olacak? İnsanlık nasıl kurtulur? Sorularına cevap ararlar. İlk dönem Empresyonistleri, modern hayatın karmaşıklığından ve yalancılığından yakınırlar. Ekspresyonistlerin çoğu, hakkı yenmişlerin yanında olma çabası içindedir. Amaçları okuru eğlendirmek ya da eğitmek değildir. Kendilerini bir reformcu olarak görürler.
Ekspresyonistler yerine getirmeleri gereken bir görevleri olduğuna inanıyorlardı. Bu görevi yerine getirmek için ‘İnsanlık âlemini şaşırtmak, insanları içinde bulundukları uyuşukluktan kurtarmak, insanların tehlike ve geleceğinin bilincine varmasını sağlamak gayesini güttüler. Bu kaygılarının temelinde, dünya savaşının insanlığı yok edeceği korkusu yatar. İnsanlığın acısını ve yoksulluğunu anlama seviyesine gelme çabaları, onların zamanla sosyalist bir tavır içine girmelerine sebep olmuştur.
Bunun yanında, Ekspresyonistler, kendilerini dış âlemin anlamsızlığına karşı, hayata bir anlam kazandırmakla yükümlü görürler. Çağın zorluklarıyla başa çıkabilmenin şartını, geçmişle olan bağları koparmaya bağlarlar. Geçmişin mirasını sürme dertleri yoktur. ‘Eğer iki ayağımızın üzerinde durmaya hazırsak, bizi ana rahmine bağlayan göbek kordonunun kesilmesi gerekir’14. görüşündedirler. Yaratıcılığı da geçmişle bağları koparmaya bağlarlar. Bu yönleriyle, Romantiklerden ayrılırlar.
Ekspresyonistler, insanı kendisi ile baş başa bırakarak insanın içinde yaşadığı çarpıklıkları fark etmesini, kendisini yeniden inşa etmesini isterler. Sanatta amaç estetik zevk vermekten çok okuyucuyu, dinleyiciyi, seyirciyi sarsmaktır’15.Toplumcu oldukları tek yer burasıdır.
‘Bir kısım Ekspresyonistler modern insanı içinde bulunduğu bunalımdan ve yanılmalardan kurtulmanın, ancak ilkel kavimlerin sanatına ve çocuğun dünyasına dönmekle mümkün olduğuna inanmışlardır. Bundan başka, yaşadıkları çağın, tarihteki benzerlerine, meselâ 30 Sene Savaşlarına dayalı kötümser, çaresiz Barok devre, Gotik sanatın mistisizmine ilgi yeniden doğmuştur. Ekspresyonistler, tarihe yönelişte estetik ilgiyi ön planda tutarlarken, o çağların tipik yaşama korkusunu ve dinî coşkusunu, yeniden yaşamayı amaçlamışlardır’16.



13. Aytaç, Gürsel; Genel Edebiyat Bilimi, SAY Yayınları, İstanbul, 2003, s. 307
14. Richard, Lionel; a.g.e. s.9
15. Richard, Lionel; a.g.e. s.7.
16. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı, a.g.e. s. 11







Onlara göre sanatın amacı: Sanatkârın iç gerçekliğini ifade etmektir. Zamanı yıkıcı bir biçimde yansıtırlar. Toplumu değiştirmeyi, insanın ruhsal durumunu anlatmayı amaçlarlar. En yüksek amaçları da ‘Sanat eserinde mutlak olanın gerçekleşmesi ve onun zamana etkisidir’17.
Onların tepkileri ortak bir öge etrafında birleştirilebilir bu ‘Yeni İnsan’dır. Tepkilerinin sonucunda özlemlerini beş şahsiyet üzerinde geliştirirler. Bunlar :Hz. İsa, Darwin, Nietzsche, Marks ve Freud’dur.
‘Hz.İsa’nın öğütlediği, alçak gönüllü, barış içinde yaşayan, başkalarını seven yeni insanı kendine dayanak seçenler oldu. Bu anlayıştan yola çıkarak, sokak kadınlarını, hafifmeşrep kadınları kendilerine kahraman seçtiler. Marks’ın bakış açısını tarihsel kabul ederler. Nietzsche’nin felsefesine ve ‘Üstün İnsan’ kavramına önem verirler. Darwin’in evrim düşüncesine yaklaşırlar. İnsan değişip savaşma içgüdüsünden vazgeçerse, bu soyun var olmaya devam edebileceğine inanırlar. Eserlerinde bu yüzden hükmedenlerin, kentsoyluların kıyımına girişirler. Savaştan ve onun yıkıcılığından nefret eder bir haldedirler. Freud’un kişiliğinde umut buldular.
Ekspresyonistlerin yeni bir insanlığa haykırma, bağırma ve meramını anlatma istekleri ‘yeni bir sanat’ ‘yeni bir gerçek’ arayışına, bu fikirler zemin hazırladı.
‘Ekspresyonistlere göre, sanata düşen görevin günlük, rastlantısal, ruhbilimsel ve ussal gerçeklerin yarattığı baskıların çözülmesini sağlamak, kişisel yaratıcılık ve düşsel bir itici güçle yeniden kurmayı başarmak olduğunu göstermişlerdir’18.
Şair, dış âlemin anlamsızlığına bir mânâ kazandırmalıdır. Bunun için de derinlik ve öz önemlidir. Bu sanatçıya bir öz seziş getirir. Anlayışa göre iç yaşantı, dış dünyadan üstün tutulduğu için sanatkâr önemlidir ve onun muhakkak topluma vereceği bir mesajı vardır.
Onlara göre: ‘Sanat maskeleri kaldırmalı, aynı zamanda kurucu olmalıdır. Ruhun derinliğine inilmeli, özgürlük, insanlık ve kardeşlik çağrıları yürütülmelidir.’
Ekspresyonistler önce siyasi bir tavır içindeyken, I.Dünya Savaşı’ndan sonra birçok şairin ve temsilcisinin de ölmesiyle faaliyetleri bir süre kesintiye uğramıştır. Daha sonra temsilcileri, daha ılımlı hâle gelmişlerdir.
Ekspresyonist şair ve yazarlarda ve bu akımda gözlenen bazı belirli ilkeler vardır. Bunlardan ilki ‘Gerçeklik’tir. Ekspresyonistler yeni bir gerçeklik anlayışı ortaya çıkarırlar. Realist ve Natüralistler’ in maddi ve görünen gerçeğinden, Sembolistlerin inandığı maddenin arkasındaki gizli gerçekten ya da Platon’un idealar gerçeğinden farklı bir gerçeklik anlayışı dile getirirler.




17. Richard, Lionel; a.g.e. s.19.
18. Richard, Lionel; a.g.e. s.132














Gerçeklik anlayışı, onların tavırlarını ortaya koyan bir şekildedir. Bu dış görünenden çok, hayatın iç gerçekliğini anlatmaya yönelik bir gerçekliktir. ‘Sanatta gerçekleştirme süreci, dışardan içeriye doğru değil, içerden dışarıya doğru olmalıdır’19. Bu düşünceden hareketle dışardan görünen özgün olamaz, gerçeklik, sanatkârın ruhunda gizlidir ve ancak onun tarafından yaratılır. Sanatkârın, iç dünyasında kurgulanır. Dış dünyayı taklit etmek, bize çok şey katmaz görüşündedirler.
‘Bir olaya inanarak, onu düşleyerek ya da belgeleyerek doyuma eremeyiz. Verilmesi gereken dünya görüntünün ardında, arınmış, lekesiz bir yansımadır, bu yalnız kendi içimizde bulunur düşüncesindedirler’ 20.
Lathar Shreyer’ e göre ‘Sanat eserinin ortaya çıkmasında hiçbir beceri ve öğrenim yeterli olamaz. Sanat eserinin esası ritmik bir yaratma ürünüdür’21. Bunun sonucunda hakikî sanat eserinin, mantıkla ilgisi uzaklaşmaktadır. Burada duygular önem kazanır. Duygularını ifade etmek konusunda öyle ileri giderler ki ifade edilmeyen duyguyu yok sayarlar. Bu sınırsızca her konunun ve her yaşananın dile getirilmesine kapı aralar.
Gerçeklik anlayışına tekrar yönelirsek, gerçeklik sanatkârın, nesneye karşı tutumunu gündeme getirir. Ekspresyonist sanatkârlara göre nesnenin anlamı, onun görüntüsünün ardında saklıdır. Dış dünyada gördüğümüz bir nesne ya da objenin aynısını yapmak, onun anlamını sınırlandırır.
‘Yansıtılan nesne, artık anlatılmak istenen şey değildir, anlatılmak istenen şey nesnenin çok ötesinde bir şeydir’22.
Nesnelerin olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi verilmesi ve söz konusu gerçeklik anlayışı, sanatkârı iç hayata yöneltir, bu tutum iç gözlem ilkesini doğurur. Burada, sanatkârın yapması gereken, kendi iç dünyasını gözlemektir; çünkü onun için önemli olan, sanatkârın kendi yaşamıdır’23.
Ekspresyonizmin, Empresyonizmden ayrılan yönü, onun gibi dış âlemden gelen izlenimleri tekrar etmek yerine, içe dönük bir gözlem metodunu kullanmasıdır. İç âlemde doğan duygular anlatılmaya çalışılır. Dış âlem, yine bu olguya dâhildir; ama burada, dış dünya sanatkârın üzerinde ne bıraktıysa, bu tekrar sanatkârın içinden geçirilir, onun süzgecinde elenir ve kendisi için ne önemliyse bu duygu ve düşüncelerle dile getirilir.
Sanatkârın düşüncesini dile getirme faaliyeti, ikinci bir aşamayı oluşturur, bu sanatkârın ‘iç gözlem’den sonra ‘dışavurum’a geçmesidir. Dışavurumculuk, sanatçının duygusu, sezgisi, izlenimi, düşüncesi gibi öznel yargılardan yola çıkması ve bunu kelimelerle ifade etmesine bağlıdır. ‘Dışavurumculuk estetik bir faaliyet olarak kabul edilir’24. ‘Dış dünyadakinin aynısının yapılması, o şeyin evrenini somut bir ortamla sınırlıyor görüşündedirler’25.Bu yüzden taklide karşıdırlar.
Dışavurumluluk olarak da bilinen Ekspresyonizmdeki dışa vurma faaliyeti, diğer akımlarınkinden farklıdır. Bu anlatı türünde, alışılmış kuralların dışına çıkıp, kendine yeni bir biçim bulma gayesini sezeriz.



19. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı, a.g.e. s. 117
20. Çetişli, İsmail; a.g.e. s.122.
21. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı, a.g.e. s. 117
22. Richard, Lionel; a.g.e. s.9.
23. Richard, Lionel; a.g.e. s.9
24.Çetişli, İsmail; a.g.e. s.123.
25 Richard, Lionel; a.g.e. s.8.







Bu içsel yaratma ve sanatkâr tarafından bunu dışa vurma, sanatkârların yaptıkları faaliyetlerde somut bir öznelliği ortaya çıkarır. Burada karşımıza iki önemli kavram çıkar. Bunlardan ilki ‘Soyutlama’ diğeri de ‘Ferdîlik’ tir.
Soyutlama fikri Ekspresyonistlere ‘Sanat özgürlüğe giden yoldur’ dedirtecektir.
Artık duyular değil, yürek ve anlama gücü önemlidir. Sanatta objektiflik yerine, ferdiyetçilikten hareket ederler. Ekspresyonistler, Ferdiyetçi bir sanat anlayışı benimserler. İnsanı içinde bulunduğu toplumdan, hatta kendinden bile soyutlarlar. Geriye sadece ‘iç ben’ yani ruh kalır. Aslında ‘bu soyutlama bir kaçışın habercisidir. Hayallere ve ideallere kaçma’26.
Akımın doğduğu Almanya’ ya yönelip, yazarın toplumdaki yerine baktığımızda, bu kaçış bize daha anlamlı gelecektir. O yılların Almanyası’nda, yazar, toplum içinde –savaşın da etkisiyle- belli bir kimliğe sahip değildi. Belli bir sınıfı yoktu. Yazar bu boşluğun farkına varıp ve bunun acısını içine kapanarak, içine yönelerek bastıracak savaşa karşıtlığını ve tepkisini de bu şekilde dile getirecektir.
Bunun sonucunda doğan dil ve üslup anlayışlarına gelince, Ekspresyonistlerin, kendilerine özgü bir dillerinin olduğunu söyleyebiliriz. Dile bir takım yenilikler getirdikleri açıktır. Dil yeniği konusunda, İtalyan futurist yazar Filippo Tommaso Marinetti’ nin bildirgesi yön vericidir. Ayrıca, sanatkârların, içlerine yönelmeleri ve ferdiyetçilik anlayışları, dilde ölçüsüzlüğü ve savrukluğu beraberinde getirir.
Ekspresyonistlerin dilleri, onların aradıkları değerlere yönelen isyan dolu bir dildir. Verilen metinlere baktığımızda, içinde bulundukları koşullara tepkinin üslubunu hissederiz. ‘Dil ve üslupta paratokslar, elipsler ve cümle bölümleri göze çarparken, kısalık, yalınlıkla sağlayan etki gücü ve şiddet artırılmaktadır. Tasvirler azdır, düşünceye geniş yer verilir. Her tür fazlalık ve süs bir tarafa bırakılır. Eserlerde, yoğunluk amaç edinilmiştir’27. Yoğunlaşma, tutumluluk, kültürel güç, sağlamlaşmak, yerleştirilen biçimler, şiddetli hisleri açığa çıkaran bir hüzün, coşma ve biçimi bozma, aşırı duygulanma, düş gücünden yaratılmış bir şekil eserlerin genel özellikleridir. İçlerinde dilbilgisi yanlışlıkları yapanlar da olmuş, biçim her bir sanatkârda ayrı ayrı şekil almıştır.
Daha çok kısa anlatı türü rağbet görmüştür. Nesir sahasında da iki anlatı türü vardır:
‘1.Naturalist tarzı nesnelleştirici tutumdur. Bu anlatı türünde somutluk, mesafe ve anlatıcının esere müdahale etmemesi görülür. 2.Düşünce ve düşüncelerle oynamaya dayalı tutum. Bunun temelinde de tasarım ve düşünce vardır’28.
Nesir, daha çok savaş yıllarında tercih edilmiştir. ‘Düzyazıda dil, acımasız, keskin, bağlaçlı, yan cümlelerle doludur. İsimlere özel yer verilir, sıfatlar kısıtlıdır. Mastarlar çoktur, alışılmamış karşılaştırmalara rastlanır. Hiç bir virgülün ayırmadığı uzun isim cümleleri vardır’29.
Sanatkârlar yoğun bir anlatıma ulaşmak için simge, çağrışım ve yürekli benzetmelerle dolu üsluba yönelmişlerdir.


26. Çetişli, İsmail; a.g.e. s.123
27. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı, a.g.e. s. 120.
28. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı, a.g.e. s. 120
29. Richard, Lionel; a.g.e. s.130.








Nesirde yalnızlık, boşluk, topluma teslimiyet, bilinçaltı gibi konular işlenir. Tüm insanlığı bağrına basma isteği, kardeşlik arayışı, büyük kentler ve karşısında sefalet içinde kenar mahalleleri, su içinde yüzen cesetler, hastanelerin içler acısı durumu, eserlerde göze çarpar. Temsilcilerinin büyük çoğunluğu tutuklanmış, ya da vatandaşlıktan dışlanmış insanlardır. Sol görüşü benimserler ve mutlu olmayı, şiddetli heyecan duymaya bağlarlar. İçlerinde asker kaçaklarını öven, serbest aşkın ve herkesle birleşmenin tüm insanlar, ırklar arasında çiftleşmenin ve bunun bir din olarak kabul görmesinin gereğine inanarak aşırıya kaçan temsilcileri de vardır.
Sanatkârlar, şiirde iç dünyalarını daha iyi ifade edebileceklerine ve meramlarını daha iyi dile getirebileceklerine inanırlar. Şiirlerde siyasal güdümlülük esastır. Eserlerde bir çeşit isyan görülür. Yeni insana duyulan özlemi şiirlerinde de dile getirirler. İlk ürünlerini bu alanda vermelerinin sebepleri de budur. ‘Çağın krizini kötümser gözle yansıtan şairler grotesk edebiyat yaratırlar. İyimserler de hayal coşkusuna dalarlar’30.
Ekspresyonistler için, şiirde biçim önemli değildir. Sese daha çok önem verirler, bu ses onların düşüncelerini daha iyi dile getirebilecek bir ses olmalıdır. Benzetme unsurlarında, objeler önemli değildir; çünkü objeye bakış kişiye göre değişeceğinden, her şairin benzetmesi kendi içinde önemlidir
Şiirde coşkunluk vardır, bunu sağlamak için ünlem cümlelerinin ve sessiz harflerin şiire hâkim olduğunu görürüz. Alışılmış kelimeler aşılmaya çalışılır. Yapı önemli olmadığından, cümleler istedikleri gibi kısaltmışlardır.
Şiirde konular: Zavallılaştırılmış insan, ruhsal ve bedensel yalnızlık, boşluk, insan varlığının amaçsızlığı, çöküş, çürüme, matem, melankoli, tehdit altındaki çevre, büyük şehir iblisi, savaşın yıkıcılığı gibi meselelerle, eserlerini dile getirmişlerdir.
Ekspresyonistlerin: ‘İnsanlığın Alacakaranlığı’ adlı bir antolojide şiirleri yer alır.
Tiyatroda da siyasal güdümlülük görülür. Sosyal düzene ve manevi değerlere karşı hiciv söz konusudur.
Tiyatroda konular: Toplum eleştirisi, aile ve devlet otoritesine başkaldırı çevresindedir. Konularını, yeni insanın yetişmesine bir vesile olarak kullanmak isterler.
Sahnelenen oyunlarda, alışıla gelmiş geleneklerden hareket edilmez, içsel yaşam görünür hâle getirilmek için soyut sahne düzenlemeleri yapılır, klasik kostümler kullanılır, kişiler tipleştirilir, canlandırılan kişiler mistik ve sembolik düzeni aktarmak için oyuncuların hareket ve ses oyunlarına başvurulur, seyirciler de oyuna dâhil edilir. Oyuncular genel adlarla anıldı, baba, oğul, adam gibi. Bu anlatı türü en çok Almanya’da gelişti.
‘Görüldüğü gibi edebiyatta ağırlık merkezi çağın çöküşü ve yeniden doğuşu, eski insanın derdi ve yeni insana karşı özlemdir’31. Ekspresyonistler, yapmış oldukları faaliyetlerin hepsinde özgür olmayı ve tepkilerini dile getirmeyi amaçlamışlar eserlerinden, sanattaki beklentilerine ve nesne karşısındaki tutumlarına kadar, hep meramlarını dile getirme ve meselelerini gündemde tutma amacı taşırlar.




30. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı, a.g.e. s. 117.
31. Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı, a.g.e. s. 117







Toplumcu olduklarını iddia eden Ekspresyonistler, çağın sorunlarıyla iç içe olamadılar. Olayların kökenine inip, onları çözmeyi denemediler. Geçmişin üstesinden gelmeye çalışmayıp, bunun için bir mücadele göstermediler. Hataları düşüncenin tek başına toplumu değiştirebileceğine inanmış olmaları, toplum ve düşünce arasındaki etkilenmeyi hesaba katmamalarıdır. Ekspresyonistler kendi içlerindeki birçok çelişkiyle sönüp gittiler.
Akım başlangıçta estetik ve felsefeye dayalı bir akımken, sonraları politik yanı önem kazanmıştır. Yazar ve şairler savaş sonrası düzene dönerler, savaşın getirdiği açlık ve yoksulluk yaratıcılıklarını etkilemiştir. Devlet yeniden güçlenince faaliyetleri zayıflar. Düşüncenin tek başına toplumu değiştirebileceğine olan inançlarını kaybederler.
1960’larda belli alanlarda, bu akım yeniden ortaya çıkmıştır, günümüzde de plastik sanatlarda etkisini göstermektedir. Edebiyattaki öncüsü August Strinberg ‘dir. Felsefede öncüler Bergson ve Ludwig Klages’ dir. Dünyada tanınan ve kabul edilen edebiyatçıları da Franz Kafka’ dır. Dostoyevski ve Tolstoy’un eserleri, mistik yanları ve toplumdan şikayetçi görüşleriyle ilgi çekmiştir. Tolstoy burada önemli bir şey yapmıştır. Anlatımcılığı eserlerinde evrensel erdem ilkelerine göre değerlendirmiştir. Kardeşlik anlayışı onda ön plana çıkmıştır.
Son derece subjektif olan ve sezgisel bilgiyi hareket noktası alan bu akım sanatçıya bakış açısını değiştirmiş, Romantizmle başlayan ve yazarın iç dünyasına açılan pencere burada da devam etmiştir.
Diğer önemli temsilciler:
Salomo Friedländer ( 1871-1946), Heinrich Mann (1871-1950),August Stramm(1874-1915), Theodor Däubler (1876-1934 ), Alfred Döblin (1878-1957 ), James Joyse ( 1882-1941), Leonhard Frank ( 1882-1961) ,Ernst Stadler( 1883-1914) Franz Kafka (1883-1924), René Schıckele (1883-1940 ), Ernst Weiss (1884-1940 ), Gustov Sack ( 1885-1916), Carl Eistein(1885- 1940 ), Hugo Ball( 1886-1927), Albert Ehrenstein( 1886-1950), Gottfried Benn( 1986-1956), Georg Heym(1887-1912), Georg Trakl(1884-1914 ), Jakop Van Hoddıs(1887-1942 ), Kurt Schwıtters (1887-1948), Arp Hans (1887-1966 ), Eugene Gladstone O’Neill ( 1888-1953), Franz Jung ( 1888-1963), Alfred Lıchtenstein ( 1889-1914), Alfred Henschke Klabund ( 1890-1928), Franz Werfel(1890-1945), Eduard Schmid Kasimer ( 1890-1966), Johannes Becher (1891-1958), Curt Conrinth ( 1894-1960), Yvan Goll ( 1891-1950), Richard Hülsenbeck ( 1892-1974 ), Else Lasker Schüler ( 1896-1945).
Yayın organları ve dergiler: Die Aktion, Der Sturm, Die Weissen, Die Weltbühne, Die Revaletion, Die neue Kunst, Der Bremer, Der Blaue Reıter.




Pınar Akpınar













KAYNAKÇA



Arat,Necla; Etik ve Estetik Değerler, SAY Yayınları, İstanbul,1987,s. 26-27.

Aytaç, Gürsel; Genel Edebiyat Bilimi, SAY Yayınları, İstanbul, 2003, s.122- 306-307-326.

Aytaç, Gürsel; Çağdaş Alman Edebiyatı Tarihi, KTB. Yayınları, Ankara, 1983, s. 11-17-113-123.

Claudon, Francis; Romantizm Sanat Ansiklopedisi, (Çev. Özdemir İnce, İlhan Usmanbaş), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1988, s.7-28-181-207.

Çetişli, İsmail; Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006, s. 120-125.

.Eco, Umberto; Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, (Çev. Kemal Atakay)
Can Yayınları, Ankara, 1999, s.55-102.

Eliot, T.S; Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev. Sevim Kantarcıoğlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1983, s. 5-19.

Gautıer,Theophile; Romantizmin Tarihi, (Çev. Necdet Bingöl), MEB. İstanbul, 1967, s. 1-7.

Meydan Larousse; Büyük Lugat ve Ansiklopedi, İstanbul, 1990, c.1, s. 90

Meydan Larousse; Büyük Lugat ve Ansiklopedi, İstanbul, 1990, c.10, s. 668-671.


Moran, Berna; Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, iletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 101-156.

Okay, Orhan; Estetik ve Güzel Sanatlar, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990, s.12-15.













Richard, Lionel; Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, (Çev. Beral Madra, Sinem Gürsoy, İlhan Usmanbaş), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1991, s.7-23-129-157-


Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990, c.1, s. 142-143.

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990, c.7, s. 339-343-349.

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, İstanbul, c.1, s. 194.

Türk Dünyası Ortak Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, AKM Yayınları, Ankara, 2003, c.2, s.340-341

Tolstoy, Leo; Sanat Nedir? (Çev. Kamil Demirkıran), Şule Yayınları, İstanbul, 2000, s. 103-107-3

Yetkin, Suut Kemal; Edebiyatta Akımlar, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1967, s. 95-97.
ﻴﺎﺸﺎﺮﻢ ﺑﻦ ﻭﯿﺮﯿﺮﺩﮦ ﺍﻭﻨﻠﺮ ﺤﯿﺎﺗﻤﯽ ﺑﻭﺘﻭﻦ’
‘ﺍﺸﻋﺎﺭﻢ ﻗﺎﻟﻴﺮﺪﻰ ﺍﻭﻜﺴﺯ ﻭﻟﻤﺼﺍ ﺍﻭﻨﻟﺮ







CELÂL SÂHİR VE BEYAZ GÖLGELER

Celâl Sâhir, 29 Eylül 1883 te İstanbul Aksaray’da doğdu. Babası II. Abdülhamid devri kumandanlarından Botgoriçeli İsmail Hakkı Paşa, annesi İran’da Sünnî tarikatında önemli rol oynayan ve III. Ahmed tarafından kendisine Şirvân hanlığı verilen, Hacı Davud Han sülalesinden Fehime Nüzhet Hanım’dır.
Celâl Sâhir, Numüne-i Terakki İlkokulu’nda, Davut Paşa Rüştüyesi’nde ve Vefâ İdadisi’nde okudu. İdâdîden sonra iki yıl Mektep-i Hukuk’a devam ettiyse de buradan mezun olamadı.1903’te Hariciye Nezareti’nde kâtiplikle memuriyet hayatına başladı. Daha sonra Mercân ve Kabataş İdâdîleriyle İstanbul Lisesi’nde, Mekteb-i Sultâni’de İstanbul Mualim Mektebi’nde kitâbet ( kompozisyon),edebiyat ve Fransızca hocalığı yaptı. Mütareke devrinde komisyonculuk ve ticaretle meşgul oldu. (1917-1918). Barut Şirketi komiseri olarak çalıştı. Atatürk’ün isteğiyle Büyük Millet Meclisi’nin III.dönemi sonlarından, ölümüne kadar( 1928-1935) Zonguldak mebusluğu yaptı. Bu arada yeni Türk alfabesinin tesbiti için kurulan heyete girdi.Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin( Türk Dil Kurumu) başkan vekilliğinde de bulundu. Zayıf bünyeli olan ve sık sık hastalanan Celâl Sâhir,son zamanlarda tutulduğu akciğer kanserinden 16 Kasım 1935’te Kadıköy’deki evinde öldü. Mezarı Bakırköy Kabristânı’ndadır.
Celâl Sâhir’in şiirle ilgisi çocuk yaşlarda başlar. Güzel şiir okuma ve hitâbet kabiliyeti daha dokuz on yaşlarında iken mektep merasimlerinde ön plana çıkmasına vesile oldu. Bu şöhreti ona çocuk yaşta II. Abdülhamid’in huzurunda şiir okuma ve ondan bir liyâkât nişanıyla nakdî mükâfat alma fırsatını verdi. Bir divan oluşturacak kadar şiirleri bulunan annesinin de tesiriyle, 1899’dan itibaren ilk şiirleri İrtikâ, Ma’lumât, Musavver Fen ve Edep, Pul ve Lisân gibi devrin tanınmış dergilerinde yayımlanmaya başlandı. Şiir ve nesir yazılarında devrin modasına uyarak, Ahmed Celâl, Hikmet Celâl, Velhân, Şârık gibi âhenkli ve alegorik takma adlar kullandı. Henüz on altı yaşlarındayken, ismine Sâhir ismini de ekleyerek, grubun en genç şairi olarak Servet-i Fünun’da şiirleri neşredilmeye başlandı. Meşrutiyet’in ilanından sonra Seyyâre ve Demet dergilerini yayımladı. 1909’da Fecr-i Âti adı verilen edebî topluluk onun başkanlığında kuruldu.
Celâl Sâhir, 1909’dan itibaren ‘yeni lisan’ hareketine, bu akımı müdafaa eden yazılarıyla, şiirindeki nisbî dil sadeleşmesiyle, hatta aruzdan heceye geçmek suretiyle katıldı. Türk Ocakları, Türk Derneği, Piyer Loti derneği gibi Türkçü ve vatanperver derneklere girdi; Sultanahmet’teki evini Türk Derneği’ne lokal olarak tahsis etti. Derneğin yayın organı olan Bilgi Mecmuası’nı çıkardı. Türk Ocakları’nın 1931 de kapatılmasına kadar, faal bir üye olarak çalışmalarını sürdürdü. Bu yıllarda Musavver, Muhit, Süs, Yeni Kitap, Edeb, Mehâsin, Halka Doğru ve Türk Sözü gibi dergilerde şiir ve makaleler yayımlamaya devam etti.
Edebiyat tarihlerine Servet-i Fünûn şairi olarak geçen Celâl Sâhir’in bu toplulukla ilgisi, dağılma yıllarına yakın bir zamanda aralarına katılmaktan ibâret kalmıştır. Onun Türk şiirinde büyük bir iz bırakmadan unutulmuş olmasını, Servet-i Fünûn da dahil olmak üzere hemen her edebî devreye ve her nesle ayak uydurmaya çalışması, yeni bir çığır açmak yerine başlamış olan edebî hareketlere katılan vasat bir şair olmasıyla açıklamak mümkündür. Hemen bütün biyografilerinde kadın ve aşk şairi, olarak tanıtılmıştır. Onun kadına karşı hissî ( gerek platonik gerekse erotik anlamda) temayüllerini babasının ve annesinin ayrılarak yeniden evlilik yapmaları, kendisinin çok otoriter olan annesiyle beraber kalması, hatta ancak bu annenin manevralarıyla üç defa evlilik yapmasıyla açıklanabilir. Bu tip şiirlerinin dışında, Meşrutiyet yıllarında millî temayülleri işlese de bunlar sadece birkaç şiirine inkisar eder. Şiirleri çağdaşlarınca da fazla değerli bulunmamıştır.
Eserleri: Kardeş Sesi (şiir, İstanbul,1908); Beyaz Gölgeler (şiirler,İstanbul,1909);Buhrân (şiirler,mensureler,İstanbul,1909); Siyah Kitap,(şiirler, mensureler, İstanbul,1912); Simon (Eugéne Brieux’den trc.tiyatro, İstanbul,1913); Kırâat-ı Edebiye(F.Köprülü ile, I- III, İstanbul,1912-1914 ); Müntehâb Çocuk Şiirleri( Mehmet Asım(Us) ile I-III, İstanbul, 1918-1919), İstanbul İçin Mebus Namzetlerim(hiciv şiirleri,İstanbul,191,Hakkı Naşir adıyla); Resimli Ay İmla Lugatı(İstanbul, 1928). Ayrıca 1920 ve 1921 yıllarında, eski Fecr-i Ati şairleriyle diğerlerinin şiiri ve yazılarını ihtiva eden antoloji mahiyetinde Birinci Kitap, İkinci Kitap adlarını taşıyan sekiz kitap yayımlamıştır.
Servet-i Fünûn hareketinin bir takım ayırıcı noktalarını bakarsak:
Türk edebiyatını kesin olarak modernleştirmiş bu hareket ilk değişikliğini şiirde sunmuştur. Edebiyatımıza devirler açısından bakıldığında yapılacak yenilik ve değişme hareketleri kendini ilk olarak şiir de göstermiş, üzerinde en çok uğraşılan şey şiir olmuştur. Zamanla şekle sirayet eden değişiklik, konularda da kendini gösterir. Servet-i Fünûn şiiriyle şiirin konusu değişmiş,aşk, tabiat, aile hayatı başlıca işlenen konular olmuştur. Aşk ve tabiat subjektif ve romantik bir tavırla anlatılmıştır. Aranılan şeyi yanı başında bulamamanın verdiği içe kapanıklık, Servet-i Fünûncular’ı belli bir hassasiyet insanı yapmış, onları marazi halleri taşıyan bir tavra sürüklemiştir. Üsluplarının aşırı sanatkarâne olması anlaşılmalarını zorlaştırmıştır.
‘Servet-i Fünûn şiirinde kullanılan nazım şekillerini üç gruba ayırmak mümkündür:
1.Fransız edebiyatından aynen alınanlar(sone)
2.Divan nazmından alınıp değiştirilen(serbest müstezâd)
3.Ne Divân şiirinde ve ne de Fransız şiirinde bulunmayıp kendi kendilerine icâd ettikleri ve nazım da geniş bir kafiye kolaylığı sağlayanlar.’[1]
Bu bilgilerden sonra ele alacağımız,Servet-i Fünûn’un da en genç üyesi olan Celâl Sâhir’i değerlendirirken, onun Servet-i Fünûn dairesi içinde ve bu anlayışla kaleme aldığı şiirlerinden hareket edeceğiz. Ama onun bir çok edebî harekete katıldığını, sadece bu daireye bağlı olarak incelenmemesi gerektiğini de bilmeliyiz.
Onun şiirlerinin aslî unsurunu kadının oluşturmasında annesinin payını hesaba katmalı ve bu bilgiler çevresinde şiirine yaklaşmalıyız.
Beyaz Gölgeler adlı şiir kitabının incelenmesi:
‘Konumuz olan ‘Beyaz Gölgeler’ onun ikinci şiir kitabıdır. 1898’den 1909’a kadar yazdığı şiirleri ihtivâ etmektedir. Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesinin 13. kitabı olarak basılmıştır.’[2]
Kitap 239 sayfadır. Kitabın başında şairin güzelliği ile övündüğü şaçları yer alır. Bir sonraki sayfada Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesinin yayımladığı eserler ve antikite çağına ait bir kadın resmi yer almaktadır. Meşhur beyti de bu resmin altındadır:

ﻴﺎﺸﺎﺮﻢ ﺑﻦ ﻭﯿﺮﯿﺮﺩﮦ ﺍﻭﻨﻠﺮ ﺤﯿﺎﺗﻤﯽ ﺑﻭﺘﻭﻦ’
‘ﺍﺸﻋﺎﺭﻢ ﻗﺎﻟﻴﺮﺪﻰ ﺍﻭﻜﺴﺯ ﻭﻟﻤﺼﺍ ﺍﻭﻨﻟﺮ

‘Celâl Sâhir’in şiirini ve sanatını özetleyen bu beyit; Sultanahmet’teki evinin yatak odasının kapısının üzerinde; atlas bir kumaşa, kadın saç teliyle işlenmiş bir pano olarak duvarda asılı durmaktadır.’ [3]
Beşinci ve altıncı.sayfada Mutâlilerim’e başlığını taşıyan bir mukaddime yer almaktadır. Bu bölümde Celâl Sâhir eğer bedbin bir genç adamsanız…,mağrur bir küçük hanımefendiyseniz…,hassas ve mağmum bir edebî kadınsanız…,bir ihtiyar adamsanız…gibi hitaplarla okuyucularına seslenmekte ve onları kitabını nasıl okuyacakları konusunda yönlendirmektedir. Okuyucuların bu eserde kendilerinden bir şeyler bulacağına inanmaktadır. Bu yazının ardından kitapta şu bölümler yer alır:
1.Beyaz Gölgeler: Bu bölümde sadece ‘Beyaz Gölgeler’ şiiri yer almaktadır.
2.Leyâl-i Sâhiriyyet: Bu bölüm bir ağaca yanlanmış boydan şûh bir kadın resmiyle başlar.Leyâl-i Sâhiriyyet şiiri bu bölümdeki ilk şiiridir. Devamında on bir şiir daha yer almaktadır. Bu şiirler şahıslara ithafen yazılmıştır.Ömer Naci, Hüseyin Cahid, Şâdân, Toni M, kendisine şiir ithaf edilenler arasındadır. Geceler’e, Bir Hatıraya, Hepsine Yahud Hiçbirine adıyla ithaf ettiği şiirler yer alır.
3.Hediye-i Bidâr: Bu bölümde üç şiir bulunmaktadır. İlk şiir de bu adı taşır.
4.Gözler: Bu bölümde Faik Ali’ye ‘Maviler’, Şâdân’a ‘Siyahlar’, Sahibesine de ‘Yeşiller’ adıyla ithaf edilen şiirler yer almaktadır.
5.Onlara: Burada ‘Babam’a’, ‘Annem’e’, ‘Oğlum Nüzhet Sâhir’e’ ‘Sana Yavrum’, ‘Muterizlerim’e’, ‘Gaye-yi Hâyalim’e’, ‘Matmazel B….’e’ seslenir. Onlar ile ilgili hislenmelerini dile getirir.
6.Sarı, Eflatun, Siyah: Bu bölümde Sarı Eflatun Siyah başlığı ile iki şiir ve devamında 65 şiir daha yer akmaktır. Şiirlerden bazıları şunlardır:
Şiirlerimin Rûhu, Aşk-ı Mahrum, Hayal-i Visâl, Şairin Saçları, Vefasızlıklarım,Tuhfe-i Takdis, Son Cevap, Bir Hayal, Sergüzeşt, Buselerin Tahassürü, Elhân-ı Perestiş, Sen ve Tabiat, Sınır-ı Hayâl, Rüya-yı Muhâl, Eş‘âr-ı Girdeyâr, Soluk Gölge, Rüya-yı Şûh, Yapyalnız, Hayal-i Şiirim, İnhisâf-ı Ümid…
Beyaz Gölgeler de yer alan şiirlerin büyük bir kısmı daha önce Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmıştır. Bazıları da dönemin dergi ve mecmualarından olan İrtikâ, Musavver, Fen ve Edep, Mecmua-ı Edebiyye, Mehasin, Demet (Celâl Sâhir çıkarmıştır), Resimli Kitap, Çocuk Bahçesi ve Türk Yurdu’nda bazı ufak değişikliklerle yayınlanmıştır.[4]
Beyaz Gölgeler, devrinde ilgi ile karşılanmıştır. Şahâbettin Süleyman eserin üzerine tahlil ve tenkit yazısı yazmıştır. Şunları söyler.
“Beyaz Gölgeler,mâzinin ve hâl-i hazırın ilk şuh ve fettân eseridir. Yalnız içinde meş’um devrin hain tesiriyle husule gelen küçük bir siyahlık ve bedbinlik var. Fakat bu Rauf’un Siyah İncileri’ndeki kadar değil... ‘Beyaz Gölgeler’ de daha ziyâde kuvvetli ama, heyecana muhtaç bir gençliğin, bir genç ruhun çapkın, dinç, haz ve zevke istekli hatta biraz kadın gölgeleri var. Bu eserde münekkit ve okuyucu hissesiyor ki; aşkını terennüm etmek isteyen güzeliğe düşkün bir aşk çalgıcısının karşısındadır. O, daha ilk mısralarda okuyucusu ile senli benli olabilmektedir. Ancak beliren bir mesele var; şair bu eserinde edebiyattan çok kadını mı yoksa kadından ziyâde edebiyatı mı seviyor? ..Şahebettin Süleyman burada çözüm olarak ‘ Beyaz Gölgeler’deki şiirleri seneleri itibariyle ayırmak gerektiğini söylüyor..’ İlk şiirlerine göz atarsak; bunlarda Celâl Sâhir’in aşkı tabiat için, kadını edebiyat için sevdiğini hissederiz. Yani şair, tabiatın güzelliğini, dehşetini, kötülüklerini, masumiyetini ve mükemmelliğini hülasa bir tezat yığınından ibaret olan olan anlarını anlatmak ve duyurmak için konusuna göre, zalim veya güzel bir kadın seçiyor..Şair, tabiatın her şeyini, kadınlığı öyle güzel çiziyor ve gösteriyor ki, edebî nesillerimiz içinde onun kadar ressam şair bir başkası daha yoktur. Şahabettin Süleyman’a göre tabiatı yalnızca göstermek az çok tehlikelidir. İşte bu yüzden şair de okuyucuya zevk ve heyecan vermek için kadını seçmiş ve onu nefis tabloları için bir gölge olarak kullanmış. Bunun içindir ki, ‘Beyaz Gölgeler’ kadın ve tabiatın büyük kasidesidir.Ş.Süleyman bir başka makalesinde de eski nesille, kendi nesillerini birbirine bağlayan yolun tetkiki ve tahlili ancak onun eserlerinden hareketle yapılabilir, derken, yine başka bir yazısında Beyaz Gölgeler’i bir sanat abidesi olarak tavsif etmektedir”.[5]
Şiirlerine geniş bir çerçeveden bakalım.

A.Şiir Anlayışı
Şairin, Beyaz Gölgeler adlı şiir kitabında şiir anlayışını yansıtan bazı şiirleri mevcuttur.

Şiirlerimin Ruhu

Benim şiirlerimin ruhu bir güzel kadının
Esîr-i kalbine aid gârâm-ı şârıktır
Hayır: Şiirlerimin ruhu bir kadınlıktır
Ki dolaşır daima bir semâ-yı sevdânın,

Harir-i ebr-i hayâlât içinde pûşide
Derinliğinde ve ruh sema ile konuşur
Sitâreler ona bir aşina-yı dûr-â-dûr
Onun nigâhına bir hânde-i perîşîde

Atar ufukların âvâre kalb-i şeffâfı;
Güneş ziyâ-yı zerriniyle muhteriz, sakin,
Onun huzuruna sacîd gibi güzel kamerin
Kebûd-ı nûru okur bir neşide-i sâfı.(99)

Bu şiirinde şiirlerinin ruhunu kadın ve aşkın doldurduğunu söyler.
Beyaz gölgeler adıyla yazdığı şiirinde de kendisine soru sorarak şiiri ile ilgili ipuçları vermeye çalışır.
Beyaz Gölgeler
-Sâhir neye benzer senin eş’âr-ı gârâmın
-Bir tute-i zulmet…
-ne dedin?
-rûhu zalâmın…
-yok bunlara hiç benzemiyor doğrusu Sâhir:
-onlarda ne var söyle zulmete dair?
-beynimde derin bir gece var her ne doğursa

-oh, onları bir gölgeye teşbih ederim ben …
-bir gölge fakat başka zilâle; (10-11)demektedir.

Tude-i zulmet, rûh-ı zâlam ve gölge tabirlerini şiirleri için kullanması, onun her an keder içinde olacak şiir duyuşunu yansıtmaktadır. Burada isteyerek hüzne gark olan bir tavır gütmektedir.
Ona göre şiir akıl işi değildir, o ancak duygularla çözülebilir ve anlaşılabilir. Aşağıdaki şiirini bu zihniyetle kaleme almıştır.İlginç bir şiirdir. Servet-i Fünûn şiirinin ya da şairlerinin bir takım hususiyetlerini eleştirmektedir.

Bir Nev Heves Şiiri
“Fikret’in nazmı, ziyânın şiiri,
Cenâb’ıb bir sonesi, Âli’nin
Bir ufak parçası, Mehmet Rauf’un
Bir küçük mektubu, pek şûh u nevin
Hüseyin Câhid’in en tahlili
Yeni bir sahnesi ma’lum bedbîn
Diyerek her gün efendim her gün
Dinletirsin bana nâzân ve güzîn
En dilâşup hayâlât ile pür
Ne kadar tatlı şiirler lâkin

Anlamam onları ki kalbimde
Yalnız fenne muhabbet-i sâkin
Diye şiddetli tahavvürlerle
Çıkışırdın bana evvelce niçin,

Nasıl ey fen ile perverde zekâ-yı ciddi
Nasıl oldun mütessir, mütehassis, asâbi
Bir güzel şair-i sevdâ ki perişân u hazîn
Bu tebeddül, bu te’al-i hayâlât niçin?

Bir güzel hendesedir belki peri-i şiirin
Ebediyyen seni ciddiyet-i femiyenden
Ayıran hissine bir rikkât-i şiiriyye veren,
Belki bir taze kızın şâtır u şen, nîm-üryân
Bir derin mesele-i hendesenin umkundan
Fırlayıp çıkmasıdır, şa’şa’adâr u simîn,
Bilemem şimdi fakat şiiri bırak, ciddiyet
Lazım insânlara dersem sana bir gün, mutlak
Çıkışırsın bana evvelkine zıt, pür-hiddet!
Ruhunun istiyorum sırrına âgâh olmak
Nasıl ey fen ile perverde zekâ-yı ciddi
Nasıl oldun mütessir, mütehassis, asâbi
Bir güzel şair giryende sadâ-yı nermîn?
Bu tebeddül,te’âlli hayâlat niçin?(1899,-224-225-226)

B.Şiirlerinin Teması:
Şiirlerinin ana teması tabiat, aşk, ölüm sevgili, hayal hakikat çatışması, geçmişe özlem, yalnızlık gibi konulardır. Bunu yanında gül, çiçek gibi önemsiz şeyleri de şiirlerine alabilmiştir.
Şair genel olarak bu konuları kadını anlatmak için kullanır.

a.Aşk ve Kadını Ele Aldığı Şiirler:
Bu şiirlerde ya sevgiliye kavuşamama sonunda duyulan hüzün, dile getirilmiş ya da onunla ilgili erotik anlamda, çok da sağlıklı olmayan bir biçimde anlık hazlardan doğan zevkler anlatılmıştır.
Kadına karşı ilgisinin farkında olan ve bir kadın şairi olarak bilinen Sâhir, şiir kitabının başında da hislerini ifade eder.
‘Bütün hayatımı onlar verir de ben yaşarım
Kadınlar olmasa öksüz kalırdı eş’ârım’ demekte, kadını yüceltmektedir.
Servet-i Fünun şiirinde de kadını ve aşkı en çok işleyen şair olarak bilinen Sâhir,bunu isteyerek yapmaktadır. Annesinin ona verdiği terbiye ve kadınların içerisinde yetişmiş olmanın verdiği bir dikkatle şiirlerini yazmıştır. Okuyucu ile konuşuyormuşcasına yazdığı şiirlerinden biri, ona ‘sürekli kadından bahseder’ diyen insanlara bir cevap niteliğindedir. Her ne kadar başka bir konudan bahsedecekmiş gibi yazsa da şiirinde yine kadınla ilgili bir konuya yönelmiştir.

Muterizlerime

-Dâima Dâima kadınlıktan
Bahs edersin bize muhîtînde
Başka şey parlamaz mı? Hep sevdâ
Her şebâb-ı bir inhimâk-ı iyân

Bir güzel dul veya bir kız,
Bir derin hande bir nigâh-ı lezîz
Bir der-âguş-ı ihtizâz engîz,
Nûr-ı mehtâp içinde yapyalnız

Geçen on beş dakikalık nermîn
Bir hayatın hikâye-i şûhu
Asabî, nazlı bir kadın rûhu
İşte mevzûu hep şiirlerinin!

Başka şey yok mu ? Dağ, çiçek,ecrâm
Kuşların mübtekî reşîdeleri
Âsumanın nigâh-ı muğberi
Sana etmez mi bir şiiri ilhâm?

Bir çocuk ruhu..İşte en zengîn
Bir zemîn-i ifade; lâkin sen
Sen onun şîr-i dilfirîbinden
Anlamazsın kadınlı şîr-âgûn

Bir zemîn-i tahayyül istersin
Fakat ey şair-i füsun perver!
Bu kadar dinledik kifâyet eder,
Bizi bıktırdı nağme-i nefsin…

-Bıktın artık demek şiirlerimin
Nesevî, yek-nesâk edâsından,
Hep kadınlarla imtisâsından;
Fakat ey kari’em! Ne istersin?
Yazayım?...
Bir menekşecik meselâ
Yazınız…
-Dinleyin peki:
-Mahmûm
Güneşin taze, muhteriz, masum
Bir küçük bûse-i ziyâsıyla
Münkeşif bir şükûfe-i magmûm

Müncemid bir nüveyre ki zinde
Bir kadın kalbi umk-ı hüsnünde
-Bak şaşırdım, yine kadın diyorum-
Bazı çapkın ve ihtirâs efşân

Mayısın nefhâsıyla dalgalanır:
Sarışın bir kızın nigâhı sanır
Onu gören mutlak uzaklardan!
demektedir. (Muterizlerime, 73,76)

Şiirlerinde genelde kadının sevgili olan yönü üzerinde durmuş, kadın psikolojisini anlamaktan ziyâde onu zevk ve fantezi unsuru olarak görmüştür. Bu durumu, şairin hercai bir kişiliği olmasına bağlayabiliriz.Şiirlerinde bunu bilerek ve isteyerek yapmış, her ne kadar itiraz göreceğini bilse de bu özelliği dönemin şiirinde bir yenilik gibi göstermeyi başarmıştır. Başka bir şiirine daha bakalım:

Benim kadınlara ifrât ve hürmetim vardır
Bütün bu aleme mensup olan güzellikler
Benim gözümde kadınsız leyâldir yek-ser
Kadın bu zûlmet nuruyla hırpalar dağıtır.
Şefîk bir kadının sine-i nezihinde
Yatarsa bir gececik hangi ızdırâb uyumaz?
Onun gözünden uçan en küçük tebessüm-râz
Hayâl ü fikri yeşil bir cihân ümide(125,Tuhfe-i Takdis)
Kadına olan ilgisini, kendisi de açıkça dile getirmekte, onların bütün ıstırapları dindirdiğine inanmaktadır. Şair,güzelliği ve aşkı kadında bulmuştur.
Aşka karşı çok da samimi düşünceleri olduğunu söyleyemeyiz: Aşkta vefalı olmadığını, sebât gösteremediğini belirtmemiz gerekir. Hayatında üç evlilik geçirmiş bunda da kalıcı beraberlikler yaşamamıştır. Celâl Sâhir, kendi kişilik tahlilini, hercâi yapısının özelliklerini dile getirmekten kaçınmamıştır.

“Ooh, lakin bu hali pek severim
Her zaman başka bir hayale esir
Her zaman dilde başka bir te’sir
Vech-i zerdimde aynı şefkâtle
Her zaman başka bir nazar-hâle
Her zaman başka bir avuçta elim(192)” [6]

‘Vefasızlıklarım’ isimli şiirinde kendisi şöyle ifade eder:

Ki her tececdüd-i aşkımda, belki doymayarak ,
Bir eski aşkı hayâlimde öldürür, gömerim.
Ve nadiren tutarım bir dakikacık mâtem…(Vefasızlıklarım,120 )

Bütün yaşama gücünü aşktan alan şair, Sergüzeşt adlı şiirinde serseri bir hayat yaşadığını belirtir:

‘Yaşadım serseri bir ömr ü garâm;
Ve yoruldum sevimli hacle

Açılıp oldu bister-i ârâm
Bu çürük hasta kalb-i malûle…’(146)

Sâhir, aşkın cinsel yönü üzerinde de durur:

Toplu İğne Yarası
Dün gece sulh ü itilafı seven
Aşkın âğuş-ı ateşîninde
Yaşıyorken bir an-ı ferhûnde
Kalbim emretti istedim rûhum,
Açarak sîne-i nezîhinden
Toplamak buseler, teselliler,
Sonra yatmak dizinde mest-i zafer…
Bilmiyorum ki sen küçük hırçın,
Böyle düşmân gibi müsellâhsın!
Kanıyor şimdi dest-i mecrûhum…(188)
Onda kadın deyince akla sevgili gelir, eski edebiyattaki gibi abartılmış sevgili tipine ratlarız:

Elhân-ı Perestiş

Sanki başka bir alemsin sen ey
Şûh u mûnis-i perî-yi sevdâ-per!
Bir tesâdüfle arzı za’ir olan
Muhteşem bî-nâzir-i sakinesi
Sanki fevka’l-beşer bir çilenin
Muhteşem zâde-i necâbetisin!(150)
Sevgiliyi genellikle fiziki özellikleriyle ele almış, ama zaman zaman da onun acımasızlığından üzgün ve kederli halinden bahsetmiş, kendisinin de aşka layık olamayışı üzerinde durmuştur.

Matmazel B…’e

Layık mı senin kahkaha-yı şûhûna ma’kes
Olsun bu teh-i mâbed-i bî-kes?
Gülfâm ayağın tozlara layık mı bürünsün?
Aşk ve kadın, Celâl Sâhir’in asli unsurlarını oluşturmaktadır. Servet-i Fünûncular arasında en çok bu temalar üzerinde duran şairdir.
Demet adlı kadın mecmuasının sahibi olan Celâl Sâhir; kadının eğitimi, toplum içindeki yeri ve önemi, feminizm, kadınların sosyal ve siyasî hakları ile aile hayatının önemi gibi konuları dönemin bir çok dergi ve gazete sayfalarında ele almıştır.

b.Tabiat :
Celâl Sâhir ‘de tabiat unsurlarına bakacak olursak, diğer Servet-i Fünûncular’dan farklı yanlarının olduğunu söyleyebiliriz. O,tabiattan bağımsız bir olgu gibi bahsetmemiş, onu çoğunlukla hislerini anlatmada bir tercüman olarak kullanmıştır. Tabiata bakışında romantizm duyarlılığı kendini gösterir.
‘Celâl Sâhir’in tabiatı değerlendirişi daha çok Cenap Şahabettine benzer. Ahmet Haşim’in de etkisinde kaldığı olmuştur.[7]
‘Onda rakik ve hasta bir romantizm, Alfred de Musset tarz-ı.tahassüsü vardır.’[8]
Tabiatı tasvirinde eski edebiyata ait unsurlarla kozmik aleme ait tabirler yer alır. Şair gecenin ve onun sessizliği üzerinde çok durur.

Rüyâ-yı Şûh

Bir mükevkep geceydi, sath-ı semâ
Mavi pullarla işlenilmiş bir
Esmer atlas gibiydi; mâh-ı Münir
Tıpkı firuze rengi bir simâ
Veriyordu bu leyl-i şeffâfın
Hüsn-i ulvî şâirânesine,
Her taraf bir tefekkür- isâfın
Dalıvermiş gibiydi sînesine(189)

Leyâl-i Sâhiriyyet I.

Karşımda bir deniz ebediyetle hem-hudûd..
Fevkimde bir sema ki pür-guize-i nücum..
Her yerden bir sükût.. Ne bir ses, ne bir suûd
Etmez bu şakitiyyet-i leyliyyeye hücûm

Güya muvakkaten ölüdür âlem-i hayât;
Ecrâm uyur, denizler uyur, âsuman uyur;
Yalnız zavallı ruhum esir-i tahayyülât

Şimdi her guşe ebkem ü câmid
Ne ağaçlarda zenemât-ı riyâh
Ne hodâyıkta ihtizâz-ı cenân..

Her taraf hufte, her taraf râkid;
Sanki engüşt-her- dehân melekût
Bütün eşyaya der: sükût sükût… (15)



Leyâl-i Sahiriyyet IX.

Her yerde rûhâ nafiz olan bir sükût-ı hâb…
Yalnız peri-i leyl ile ben karşı karşıya
Daldık müşâfehâta, denizlerde püz-ziyâ
Bir sevr-i lerze-nâk çizer aks-ı mâhitâb ( 31)


Leyâl-i Sahiriyyet II.

Islak siyah sıkıntılı bir leyle-i azâb…
Bir haftadır bu böyle, ne bir necm-i zer- efşân,
Bir hâle, bir kamer, ne de âguş-ı kehkeşân;
Göklerde titreyip eriyen bir yığın sehâb…

Gibi şiirlerinde geceye ait unsurlardan bahsetmektedir. Geceyi daha çok sessiz anmaktadır. Sâhir, şiirlerinde tabiatla konuşur, dertleşir gibidir. Samimi duyuşlarını onunla yaşar. Servet-i Fünuncular’ın tablo altına şiir yazma geleneğine katıldığını söyleyebiliriz. Ancak o, bu tabloda gördüğünü direk olarak yansıtmamış, bunları tabiat duyguları ile yoğurarak ya da duygularına vasıta yaparak kullanmıştır.

c.Hayâl Gerçek Çatışması:
Hayâl Hakikat meselesi Servet-i Fünun şiirinin en önemli mevzularından biridir. Hayalleri çok geniş olmasa da şiirlerinde hayâllere bol miktarda yer vermiştir. Bir Hayâl, Hayâl-i Şiirim, Hayâl-i Visâl, Gaye-yi Hayâlime, Sınır-ı Hayâl, adıyla şiirleri bulunmaktadır. Şiirlerinden örnekler verecek olursak:

Gaye-yi Hayâl
Size,sizden,sizi,sizinle ve siz…
İşte vird-i zebân olan kelimât
Bana. Karşımda çehresiz-heyhât,
Siz değil çehre-i hayâliniz!-

Haykırır, sızlar,ağlarım her an
Hep bu elfâz olur ins-i zebân:
Size, sizden, sizi, sizinle ve siz
Siz benim her şeyim değil misiniz?

Ah ey gâye-i hayâli baîd!
Sizsiniz ömrümü eden temdîd.
Öldüren siz beni dirilten siz,
Bense her lahza ağlarım sizsiz.
Size, sizden, sizi, sizinle ve siz…
Siz benim her şeyim değil misiniz?...(78) diyerek bütün umudunu hayallerine bağladığını dile getirir. Hayatının anlamını hayalleri ile bulmaktadır. Gerçeklerden kaçma ve hayale sığınma, hayal dünyasında yaşama arzusu, Servet-i Fünuncular’ı bir takım uzak hayal beldeler aramaya yöneltmiştir. Bunlardan biri de Sâhir’in Rüyâ-yı Muhâl diye isimlendirdiği bir yerdir.

Rüyâ-yı Muhâl
Öyle bir yer ki ihtiyâr arzın
En güzel en buruşmamış tarafı
Münzevî bir muhit-i hülyâvî
Ki mukaddes semâ-yı şeffâf
Verir en kirli ruha saffet
Bir Robenson hayat-ı bi-jengi
Yaşasak sevgilim…
Şiirinde hayalini kurduğu yerin vasıflarını sıralar.

-tabiat bütün güzelliğini sersin enzârına: önünde deniz;
-bir taraf rûh-ı asumânaﺱ ﻤﻤﺎ
-bir taraf bir büyük yeşil orman
-o kadar sık ki kaybolur insan
-tâ nihâyette bir geniş sahrâ… şeklinde anlatmaktadır.
Bu yerde sevgilisi ile başbaşa kalmak derdindedir:
Ve o peygûle-i muhabbette
Saklanıp sen ve ben iki nâkâm
İki dil teşne-i hayâl ü gârâm ,
İki merdumgirîz iki bî-nâm,
İki rencide–i hâs u ârâm,
Bu karanlık şu’ûn-ı dünyâdan
Böyle lakayd u bîhaber kalarak
Yaşasak sevgilim,ki hiç kimse
Bizi hiç bilmesin, ve kimseyi biz…(159-160)
Bulunduğu yerden başka bir mekânın hayalini kurma fikrini şiirinde açıkça dile getirir. Bu yer uzakta ve sevda dolu bir mekândır:

Serâb
Şikeste tab-ı tahassür,rübûde fikr ü hayal
Tasavvur eyliyorum, ey şükufe-i âmâl,
Muhitimizden uzak bir cihân-ı pür sevdâ
Ki her yerinde esîr-i bedi’alar peydâ,
Ki her yerinde firûzâb bahar-ı aşk-ı hayât
Uyur hevâ-yı sürûruyla gamlı hissiyât…(234)

Hayallerinin esiri olduğunu vurgular:
‘Ben onları hazine-i kalbimde gizledim
Oldum esiri hasta ve kıskanç hayalimin’(İnhisâf-ı Ümid,129)
Gerçeklerden kaçış ve hayale sığınma şiirlerinde bu şekilde dile getirilmiştir.

ç.Ölüm:
Servet-i Fünûncular, şiirlerinde ölüm temasına yer vermişler, melankolik hallerini ifade etmek için sık sık ölüme değinmişlerdir. Hayatın gerçekleri ile yüz yüze gelince tıpkı hayal ülkelere kaçma isteklerinin olması gibi, bazen de ölüme sığınmış ve onunla teselli bulmuşlardır.
C. Sâhir, ölüme karşı inanan bir insan tavrıyla yaklaşmış ve onun kaçınılmaz bir gerçek olduğunu kabullenmiş durumdadır. Hatta çoğu zaman onu istemektedir. Kalbinin incindiği tasalandığı zamanlarda ölümü arzulamaktadır.

Bir Kitâbe
Yirmi üç yıl şu hayâtın pür âlâmında
Yaşadım duymayarak neş’e şeb ü şâmında
İşte ömrüm ânât-ı semen-fâmında
Şu mezarın uzanıp sine-i ârâmında

Aradım kendime bir cây-ı huzur-ı rahat
Ah, za’ir, şu hazin tude-i hâk-i zulmet
Sana ibrâz ediyor girye-fezâ bir ibret
Gaye-i ömrü görürsen şu mezara nazar et (205-206)bu şiirinde yirmi üç yıl hayatında hep heva ve hevesle yaşadığını, mezarların insanlar için bir ibret olması gerektiğini ve hayatın gayesinin orası olduğunu belirtmektedir.

‘Çünkü doğmak gibi ölmek de tabii bir şey;
Var mı fâniyyet içinde ebediyet kazanan?
Zihninizde yaşayan hatıra mı ah, fakat
Silmesin korkuyorum dest-i siyâh nisyân’..(204,Bir Kitâbe)
Ölümü kabullenen şairin korkusu unutulmaktır. Ayrıca burada Her Nefis Ölümü Tadadaktır’ ayetine yakın bir söyleyiş göze çarpar. Şair, öldükten sonra yeniden dirilişe de inanmaktadır. Ölüm karşısında elinden gelen bir şey olmadığını bilir, bu yüzden teslim olmuş gibidir.
‘Pîr ü sâbî,zâif o kavî, şâtır u melûl
Herkes doğar yaşar ve eder toprağa ufûl
Peyveste-i esâretiyiz biz de bî-mecal
Her şey evet bu hükmün elinde mutî’ü râm;
Vermekte her vücûda nihâyet bir in’idâm;
Lâkin adem demekte bu asrî hakikâte
Layık mı istihâle-i eczâ-yı hilkât’e?
Mevcud olan adem olmaz inkilâp eder
Bir başka şeye. Kim bilir …’(Kitâbe,202)
Şairin ruhunda gelgitler yaşadığını bir yandan ölümün gerçek yüzüyle karşılaşırken, bir yandan da hevâ ve heveslerle çevrelendiğini görürüz. Bu durumda isyâna yönelmesi kaçınılmaz bir hâl alır:
“Ölen kızı Meliha için, yazdığı, Beyaz Gölgeler’de yer alan ‘Yad u Feryâd’ bölümünü ‘Melihacığımın ruhuna ..’ şeklinde ona ithâf eder.Burada yer alan Enîn şiirinde;

‘Ölüm âh ey bütün riyâ ve yalan
Âleminde yegâne doğru olan
Gâye-yi mutlak, ey siyâh pençe!
Sana lâyık mı söyle bir gonce?
Bu kadar bekleyenlerin varken
Onu almak revâ mı erkenden?’[9]
Bunların dışında şiirlerinde geçmiş özlemi, yalnızlık, çocukluk hatıraları ve sevgiliye ait unsurlar yer alır.

C.Şiirlerinin Şekil Yönünden İncelenmesi:
a.Dil ve Üslup:
Şiirlerinin dil ve üslubuna baktığımız da onun diğer Servet-i Fünûn şairlerinden daha anlaşılır bir kelime varlığının olduğu gözümüze çarpmaktadır.
‘Şiirlerinde ahengi sağlamak için R/S/Ş/Z/M/N ünsüzlerine başvurduğu görülmektedir.[10]

(S); Yumuşak ve durgun bir ifade katar. Tıpkı fısıltı halinde konuşuyormuş gibi bir ses işitilir.
‘Size, sizden, sizi, sizinle ve siz
Siz benim her şeyim değil misiniz?’

(Ş);Korku ve donukluk katar.
‘Şafâk nişîmen-i şemsin peri-yi nevresidir
Ki kıskanıp seni olmuştur öyle pek rengin’

Bütün güzelliğin âsımân-ı mesiresidir
Ve her şeb orada yaşar kehkeşân-ı nûr-ı beden’(Sen ve Tabiat141)

(R),(Z);Keskinlik ve çabukluk katar. (Z);zorlayıcı bir ifade katar.
‘Bu küçük yâdigâr-ı şiir-engîz
Her nigâhında eyliyor leb-rîz
Hatıratınla ufk- ı hülyâmı’(95)

‘Aradım kendime bir cây-ı huzur-ı rahat
Ah, za’ir, şu hazin tude-i hâk-i zulmet
Sana ibrâz ediyor girye-fezâ bir ibret
Gaye-i ömrü görürsen şu mezara nazar et’(205-206)

(M) sakinlik verir.
‘Hasta,mecrûh ve mûztarîb, meftûn
Eve döndükçe böyle her akşam
Öperim pembe çehreni ve bulur
Mihnetim bir dakikacık ârâm.’(68)

(N) vurgulayıcı bir özelliği vardır.
‘Sende benim ilk şiirimsin,kıymetlisin, nazlısın
İsterim ki seni her şey incitmesin, okşasın
Bir gün azıcık gül yüzünü soluk görsem, Nüzhet’im’

Celâl Sâhir’in şiirlerinin üslubu belli kelimeler etrafında toplanmıştır. Şiirlerinde, Servet-i Fünûncular’a has bir söyleyiş sezilir. Belirli tamlamalara ve kelimelere sıkça yer vermiştir.
Bunlar Rûh-ı Melûl,Girye-yi Gârâm, Kalb-i Münkesir, Kalb-i Nâsir, Raşe-i Iztırâb, Hayâl-i Aziz ve Rüyâ, Giryeriz, Nişimen, Zulmet, Hüsrân, Mecrûh, Nâfiz, Muhit, Muhâl, gibi tamlamalarla, kelimelerdir. Ayrıca, ‘Ohhh!’, ‘Ah!’, ‘Off!’ gibi ifadeleri kullanarak şöyleyişine canlılık ve bir hareket kazandırmak istemiştir.
‘İlk şiirleri ağır benzetmelerle ve terkiplerle yüklüdür. Bir makalesinde “Türk nazmı yakın zamanlara kadar bütün Şark nazmı gibi, hatta onlardan daha ziyâde, mahdut bir daire içinde sıkışmış kalmıştı. Bunun sebebi, vezin kaynaklarını Arap ve Acem’den almış olmasıdır. Ayrıca edebî sanatlar da Arap ve Acem’den gelmekteydi. Bunlar yalnız nazımla da kalmıyor, bütün edebiyata şâmil oluyordu. Eski şiirimizde beyitlerin her biri ayrı konudur. Aralarında rabıta yoktur. Eski edebiyat şekilperesttir. Fikri sıkı kaidelere bağlamak yüzünden nazım çok şey kaybetti demektedir. Aynı yazının devamında Tevfik Fikret ve Cenâp başta olmak üzere bütün nâzımlar, artık lafızperestliği bırakarak manaya ehemmiyet vermeye başlamışlardır.” [11]
Bu görüşünden de hareketle onda geleneksel beyit yapısının kırıldığını ifade edebiliriz. Mısraı önemsememektedir. Şiirlerinde bir mısradan öbürüne atlayışlar görürüz. Hatta bazı kelimeleri yarıya bölüp bir aşağı satıra indiğini görürüz.
Celâl Sâhir, Servet-i Fünûn döneminin süslü ve zorlama üslubuna sahiptir. Kimi şiirlerinde uzun nesir cümlelerini alt alta sıralar.


‘Sen karşıki odanda hâr u pûr-hayât
Rüyâların mesîre-i şûhunda hande-kâr
Koşmaktasın değil mi? Kamer-nâk ü girye-dâr
Leylin cenâh-ı müphemi altında ben fakat
Keskin bir ıztırâb ile sâhir ü bî-kesim’(27) şiirinde olduğu gibi.
Şairin şiire bakış açısını yansıtan Beyaz Gölgeler’in temsilî şiirlerinden diyebileceğimiz bir şiiri vardır. Bu şiirden sonra onun şiire karşı bir oyun gibi baktığını da ifade edebiliriz.

Şairin Saçları

-Saçların
-Saçlarımla eğlenme
Bırak, onlar nasıl perişânsa
Öyle kalsın ve ihtizaz-ı mesâ
İşleyen her telinde bir nağme.

-Yaramaz gel düzelteyim azıcık
Hepsi aklın gibi dağılmışlar…
-Saçlarım sevgilim, hep böyle yaşar
Onların şiiridir perişânlık…

-Ne uzun!Sanki deste deste leyâl!...
Hele parmaklarım gömüldükçe
Oluyor penbe ellerimde gece.

‘O kadar çok siyâh değil,kumrâl
Yumuşak bir şeb-i muhabbet ki
Ağlıyor leblerinde tazeliği…’(haziran 1901,117) Bu şiirde üslubu içten ve canlıdır. Hayatına ve şiir anlayışına dair izler taşır.
Servet-i Fünûn şiirinin özelliklerinden biri de şiirin istenilen yerde kesilmesidir. Bu özellik Celâl Sâhir’in şiirinde de görülür. Üslubunda bir farklılık olduğu şiirleri okunduğunda sezilir.

‘Sen karşıki odanda hâr u pûr-hayat
Rüyâların mesire-i şuhûnda hande-kâr
Koşmaktasın değil mi? Kamer-nâk ü girye-dâr
Leylin cenâh-ı müphemi altında ben fakat
Keskin bir ıztırâb ile sâhir ü bî-kesim(27)’

Kimi şiirlerinde mısralar yarım kalmıştır.
‘Sulandı gözleriniz..yoksa ağlıyor musunuz?
-Ne ağlamak mı, derim yok, hayır…fakat yalnız…(223)

b.Vezin:
İlk şiirlerinde uzun zaman aruz veznini kullanmıştır. Hece veznine Millî Edebiyat dairesi içine girdikten bir müddet sonra yer vermiş, uzun zaman aruzdan vazgeçememiştir. Beyaz Gölgeler şiir kitâbında hece vezniyle yazdığı şiirler vardır. Sana .Yavrum adlı şiiri buna örnek mahiyetindedir.


Sana Yavrum
Sende benim ilk şiirimsin,kıymetlisin, nazlısın
İsterim ki seni her şey incitmesin, okşasın
Bir gün azıcık gül yüzünü soluk görsem, Nüzhet’im,

Terennüm
Benim o gün yüreğimde solar bütün duygular
Sensiz kalmak…Bu düşünce beni her an hırpalar;
Ben öleyim âh, sen yaşa senin olsun sıhhatim(1904-72)
Artık yetişir girye-i hicrânını dindir;
Mâzîlere bir perde-i pür-kahkaha indir
Bir buse-i gül-fâm ile sevdâmı sevindir.
Şiirim de, hayâlim de, hayatım da senindir…(165)
Terennüm adlı şiiri mef ûlü/ mefâîlü/ mefâîlü/feûlün kalıbıyla yazılmıştır.
Genelde aruzun çok tercih edilen kısa kalıplarını kullanmıştır.

c.Kafiye:
Celâl Sâhir, ‘kulağa göre- göze göre kafiye’ tartışmaları durulduktan sonra şiire başlamıştı..Servet-i Fünûncuların kulak kafiyesini benimseyen şairin dağarcığını zengin olarak nitelemek münkündür.[12]

Muterizlerime şiiri kulak için kafiye anlayışına uygundur.
Muterizlerime

-Dâima Dâima kadınlıktan
Bahs edersin bize muhîtînde
Başka şey parlamaz mı? Hep sevdâ
Her şebâb-ı bir inhimâk-ı iyân

Bir güzel dul veya bir kız,
Bir derin hande bir nigâh-ı lezîz
Bir der-âguş-ı ihtizâz engîz,
Nûr-ı mehtâp içinde yapyalnız

Geçen on beş dakikalık nermîn
Bir hayatın hikâye-i şûhu
Asabî, nazlı bir kadın rûhu
İşte mevzûu hep şiirlerinin!

Başka şey yok mu ? Dağ, çiçek,ecrâm
Kuşların mübtekî reşîdeleri
Âsumanın nigâh-ı muğberi
Sana etmez mi bir şiiri ilhâm?

Bir çocuk ruhu..İşte en zengîn
Bir zemîn-i ifade; lâkin sen
Sen onun şîr-i dilfirîbinden
Anlamazsın kadınlı şîr-âgûn

Bir zemîn-i tahayyül istersin
Fakat ey şair-i füsun perver!
Bu kadar dinledik kifâyet eder,
Bizi bıktırdı nağme-i nefsin…

-Bıktın artık demek şiirlerimin
Nesevî, yek-nesâk edâsından,
Hep kadınlarla imtisâsından;
Fakat ey kari’em! Ne istersin?
Yazayım?...
Bir menekşecik meselâ
Yazınız…
-Dinleyin peki:
-Mahmûm
Güneşin taze, muhteriz, masum
Bir küçük bûse-i ziyâsıyla
Münkeşif bir şükûfe-i magmûm

Müncemid bir nüveyre ki zinde
Bir kadın kalbi umk-ı hüsnünde
-Bak şaşırdım, yine kadın diyorum-
Bazı çapkın ve ihtirâs efşân

Mayısın nefhâsıyla dalgalanır:
Sarışın bir kızın nigâhı sanır
Onu gören mutlak uzaklardan!
(Muterizlerime, 73,76)

Kulak için kafiyeyi başarılı kullanan şair göz için kafiyeyi dikkate almış, bu çerçevede şiirler vermiştir.
“Yirmi üç yıl şu hayâtın pür âlâmında
Yaşadım duymayarak neş’e şeb ü şâmında
İşte ömrüm ânât-ı semen-fâmında
Şu mezarın uzanıp sine-i ârâmında”(Bir Kitâbe205)

‘Şükrân ve Şikâyet’ şiiri ise aruzla ama kafiyesiz yazılmış bir şiirdir. Böyle ilginç örnekler mevcuttur. Hatta birbiriyle kafiyelenmeyecek kelimelere de yer vermiş, bazen buna hiç dikkat etmemiştir

Şükrân ve Şikâyet
Verin o elleri takdîse ictisâr edeyim
Dudaklarımla, mâdâm; bir hânde-i hürmet
Olan bu buse-i ma’sûmu af edin siz de.
Fakat ricâ ederim sâhî siz mi işlediniz,
Zavallı resmime zi’net veren bu çerçeveyi
Ki rûh u şûh u kebûdunda bir nezâket var?
Siz ah evet,güzelim mutlaka siz işlediniz
Güzelliğinde ondan sezsiz temessül eden,
Sizin o rûh-ı semânızdan onda bir şey var.(175)

Leyâl-i Sâhiriyyet
Efkârımın şu anda şi’r-i bi-şekil
Halinde hisseder gibiyim ibtisâmını.
Ah onların ben anlayabilsem merâmını
Dinlerdiniz bu hafta perişân ve münfa’il
Pek çok neşideler ki bütün ruhu giryedir(19-20)

d.Nazım Şekilleri:
Celâl Sâhir, şiirlerinde bir çok değişik nazım şekli kullanmıştır. Kullandıklarının büyük bir kısmını Servet-i Fünûn’ûn yaygın söyleyişlerinden almış, bazılarında ise hiçbir şekil kaygısına düşmemiştir.
Divan edebiyatı nazım şekillerinden en çok mesneviyi kullanmıştır. Fakat onun sadece kafiye düzenini almıştır. Hatta şiirin arasına bir mesnevi koyma geleneği onunla başlamıştır. Sevmek, Buselerim, gibi şiirler böyledir.
‘Sâhir, ilk zamanlar Muallin Naci’yi beğenirken, Fransız şiirini öğrenmeye başladıktan sonra, ondan vazgeçerek, tamamiyle Batı’ya yöneldi. Değişikliğe ve yeniliğe karşı olan büyük ilgisi onu her yeni harekete katılmağa zorlamıştır.’[13] Zaten köklü bir eski şiir geleneğine sahip olmayan şair, yeniyi bilmenin avantajı ile hareket etmiştir. Batılı nâzım şekillerinden soneyi kullanmış, Servet-i Fünûn dergisinde ilk sonesini denemiştir.
‘Sone aslında İtalyan şiir türüdür. Daha sonraları Fransa’da da benimsenmiştir. Genellikle üç dörtlük ve bir beyitten oluşmaktadır. Kafiye düzeni şiire ahenkli bir yapı kazandırmıştır. Edebiyatımızda Tevfik Fikret ve Cahit Sıtkı soneler yazmıştır.’ [14]
Sâhir’in Soneyi kullandığı şiirler; Hediye-i Bidâr, Şairin Saçları, Babam’a adlı şiirlerdir.

Babam’a:
Sen şimdi o çöllerde perişân ve mükedder
Bir toprağa kayboldun; o nefhâ-yı siyâhın
Afâk-ı cehiminden esen sıtmalı, kırgın
Rüzgârlar ulur fevk-i mezârında şenâver

ﺍﻔﻮﺍﺝ muhîtât açar kabrine sîne;
Pür hande-i mehtâp ve serâir gecelerde
Envâr kevâkib akarak sath-ı zemine
Eyler gider hatıra-yı ruhûna secde

On üç senedir kalbimin üstünde mükedder,
Öksüzlüğümün ruhu kadar samit ve gamgîn
Bir leyle-yi yeldâ-yı azâb olmada sâkin

Yalnız seni ihsâs ediyor kalbime ekser
Tâ oradaki çöllerden esen nefhâ-i nâr!
Tahzîz ediyor ruhumu bir lerze-i sâr!(64,1900)



Ç.Değerlendirme:

Edebiyatımızda şiirleri nesirleri ve yayıncılığı ile rol oynamış, İstanbul Türkçesi’nin hakimiyetini müdafa etmiş bir şahsiyettir. Modernleşme yolunda şiirde ilk sırada yer almasa da, canlı ve samimi havasıyla şiire renk katmıştır. Onun hareket halinde ve değişime açık mizacı bir çok hareketin içinde bulunmasını sağlamıştır. Biraz karamsarlık sinmiş Beyaz Gölgeler kitabını bu yıllarda yazmıştır. Bulunduğu yerin en önemli şahsiyetlerinden değildir. Kuvvetli ve orijinal bir şair olamasa da hayatının sonuna kadar yazdığı insan olmuştur. Katılmış olduğu faaliyetlerin hepsinin arkasındadır. Belli bir dönemin şairi olmadığı unutulmamalıdır.
Bünyesinde çocukluktan gelen bir şiir terbiyesinin olması, değişimlere açık yapısı, şiir yazabilme yeteneği onun şanslı olduğu taraflardır; fakat derin bir ıstırab duyan bir yapıya sahip olamaması, yaşamının ve hercai tavırlarının verdiği bir havayla şiire oyun gibi bakması geri planda kalmasına sebep olmuştur. Eserin Latin harfleriyle basılmaması anlaşılmasını güçleştiren unsurlardandır.
Fakat Beyaz Gölgeler’in Bir Servet-i Fünûn şiiri örneği olduğu unutulmamalıdır.

PINAR AKPINAR
KAYNAKÇA:
· Akyüz, Kenan; Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul,s.93-107.1995
· Ercilasun, Bilge; Celâl Sâhir Erozan, Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara, 1986, C. 24, S.2, s.109-127.
· Meydan Larousse, Meydan gazetecilik ve Neşriyat, İstanbul,1990, s.454
· Sâhir,Celâl;İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları,C.7, İstanbul,1993,s.245-246.
· Sâhir,Celâl; Beyaz Gölgeler,İstanbul Hilâl Matbaası, 1909, Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi.
· Süleyman, Şahabettin; Celâl Sâhir Bey, Nevsâl-i Millî, 1914, İstanbul, s.244.
· Süleyman, Şahabettin; Tenkit ve Tahlil, Beyaz Gölgeler, Celâl Sâhir Servet-i Fünûn, İstanbul,1909,s.323-325.
· Tağızade,Nesrin; Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Celâl Sâhir Erozan, Ankara, 1988.

[1] Akyüz, Kenan; Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılâp Kitabevi,İstanbul,1995,s.94.
[2] Tağızade,Nesrin;Hacettepe Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü,Doktora Tezi, Celâl Sâhir Erozan, Ankara, 1988,s.80.
[3] Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.81.
[4] Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.82
[5] Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.83

[6] Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.145.
[7] Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.149.
[8] Süleyman, Şahabettin; Celâl Sâhir Bey,Nevsâl-i Millî,1914,İstanbul,s.244.


[9] Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.173
[10]Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.193.
[11] Süleyman, Şahabettin; Tenkit ve Tahlil, Beyaz Gölgeler, Celâl Sâhir Servet-i Fünûn, İstanbul,1909,s.323-325.

[12] Tağızade,Nesrin;a.g.e.,s.210
[13] Akyüz, Kenan; a.g.e.,s.107
[14] Meydan Larousse, Meydan gazetecilik ve Neşriyat, İstanbul,1990, s.454